E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 24 (2)
Volume: 24  Issue: 2 - 2017
1.Cover

Pages I - II

ORIGINAL ARTICLE
2.Angiographic prevalence of myocardial bridging İn our department
Aytaç Akyol, Serkan Akdağ, Müntecep Asker, Naci Babat, Mehmet Yaman, Fatih Öztürk, Koray Celal Demirel, Ramazan Duz, Hasan Ali Gümrükçüoğlu, Musa Şahin, Hakkı Şimşek, Mustafa Tuncer
doi: 10.5505/vtd.2017.83703  Pages 66 - 70
GİRİŞ ve AMAÇ: Koroner arter anomalisi olan Myokardiyal Bridge,epikardiyal koroner arterlerden birinin bir segmentinin miyokardiyum içerisinde seyretmesi ile karakterize bir durumdur. MB tarafından oluşturulan koroner obstrüksiyonun derecesi, MB’nin yerleşimine, kalınlığına, uzunluğuna ve kardiyak kontraktilitenin derecesine bağlıdır. Otopsi çalışmalarında prevalansı %80 kadar yüksek bulunmasına rağmen, koroner anjiografi çalışmalarında prevalansı %0,5 ile %16 arasında değişmektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız retrospektif olarak yapıldı. 2006 Kasım ve 2015 Eylül tarihleri arasınd yüzüncü yıl üniversitesi tıp fakültesinde koroner anjiografi yapılan 18500 hastanın anjiografik kayıtları MB’nin prevalansını araştırmak için retrospektif olarak tarandı.
BULGULAR: Koroner anjiografi yapılan toplam 18500 hastanın 203’ünde MB bulundu ve anjiografik prevalansı %1,11 olarak hesaplandı. Hastaların yaş ortalaması 59,3 iken, en küçük yaş 28, en büyük yaş 84 olarak bulundu. Toplam hastaların 163’ü (%80) erkek iken, 40’ı (%20) kadın olarak bulundu. MB en sık olarak sol ön inen (LAD) arterde bulundu. distal LAD’de 59 hastada (%29), mid LAD’de 142 hastada (%70), sirkumfleks (Cx) arterde 2 hastada (%1) olarak tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda MB’nin prevalansı literatürdeki anjiografi çalışmalarına benzer olarak bulundu. Erkeklerde belirgin olarak daha yaygın tespit edildi. Ayrıca MB en sık olarak LAD arterde tespit edildi.
INTRODUCTION: Myocardial Bridge (MB), which is a congenital coronary artery anomaly, is characterized by remaining of a segment of an epicardial coronary artery in the myocardium. The degree of coronary obstruction caused by MB depends on its location,

thickness, length and the degree of cardiac contractility. Although its prevalence in autopsy studies is reported to be as high as 80%, coronary angiography studies report a varying prevalence between 0.5% and 16%.
METHODS: The study was conducted retrospectively between November 2006 and October 2015 at yüzüncü yıl tıp fakültesi. Angiographic records of 18500 patients who underwent coronary angiography were retrospectively analyzed in order to investigate the prevalence of MB.
RESULTS: Among 18500 patients undergoing coronary angiography, 203 had MB and the angiographic prevalence was calculated as 1.11%. The average age of the patients was 59.3, the youngest was 28 and the oldest was 84 years old. Of the patients, 40 (20%) were females and 163(80%) were males. MB was most frequently observed in the left anterior descending (LAD) artery. 59 patients (29%) had MB in distalLAD, 142 (70%) had in midLAD, and 2 (1%) had in circumflex coronary artery (Cx).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, the prevalence of MB was found smilar to the values presented in various angiography studies in the literature. MB was found significantly more common in males. Also, MB was detected most frequently in the LAD artery.

3.Our Diabetic Foot Infections We Followed Accompanied By Alternative Methods
Fatma Bozkurt, Bircan Alan, Saim Dayan, Tayyar Selçuk, Emel Aslan, Özcan Deveci
doi: 10.5505/vtd.2017.02996  Pages 71 - 77
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Diyabetik ayak konseyi eşliğinde takip ettiğimiz hasta deneyimlerimizi paylaşmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: : Kasım 2015 ile mart 2016 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi Hastanesi’nde, diyabetik ayak infeksiyon tanılı 36 hasta çalışmaya alındı. Wagner evrelemesi ile hastalar sınıflandırıldı. Hastaların yaş, cins, diyabet süresi, HbA1C seviyeleri, yara gelişim süresi, yara yerleşim yeri, ayağın vasküler ve nöropati durumunun değerlendirilmesi yapılarak osteomyelit tespiti direk grafi ve gerekli hastalarda manyetik rezonans görüntüleme yapıldı. Ayağın infeksiyon ciddiyetine göre ampirik antimikrobiyal tedavi planlanmadan önce uygun ve steril şartlarda yara kültürleri alındı.
BULGULAR: Hastaların 21’i erkek olup yaş ortalamaları 46 ± 21 yıl idi. Hastaların 26 ‘si Wagner evre 3 ve üzeri idi. Hastaların 2’si septik tabloda iken diğerleri stabil idi. Ampirik tedavi olarak Ampisillin-Sulbaktam, Piperasilin - Tazobaktam, Sefaperazon - Sulbaktam, Sefepim ve Meropenem tedavileri başlanırken septik tabloda olan iki hastamıza Meropenem artı Daptomicin tedavisi başlandı. Bir hastaya debridman amacıyla kurtçuk tedavisi uygulandı. Granülasyon dokusu geliştirmek için 2 hastaya vacuum assisted closure, 2 hastaya Vacuum Assisted Closure + Epidermal Growth Factor, 2 hastaya Vacuum Assisted Closure + Hiperbarik Oksijen Tedavisi ve toplam 7 hastamıza greft ve/ veya Flep çevrildi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Diz altı ampütasyon önerilen 3 hastadan 1’i 2-3-4 parmak amputasyonu, Diğer 2’si ise hiç amputasyon yapılmadan kurtarıldı.
INTRODUCTION: We aimed to share our patient experience that we followed accompanied by the council.
METHODS: 36 patients were included to the study at Dicle University Hospital, between November 2015 and March 2016. İt was used the Wagner Grading System. Patients were grouped according to their age, sex, duration of diabetes, glycated hemoglobin levels, the vascular status of the foot and duration of ulcer. The patients were underwent a plain radiography and magnetic resonance imaging if necessary for detecting osteomyelitis by evaluating foot neuropathy and vascular status. İt were cultured the samples of wound obtained under sterile conditions before empiric antimicrobial treatment.
RESULTS: 21 of the patients were male and their mean age was 46 ± 21 years. 26 of the patients were Wagner ≥ 3. We started Ampicillin-Sulbactam, Piperacillin - Tazobactam, Cefoperazone - sulbactam, cefepime and meropenem as empirical therapy, it was started Meropenem plus Daptomisin to our two patients who had in septic status. İt was performed to one patient the maggot debridement therapy.
İt were planned to patients Vacuum Assisted Closure (2 patients), Vacuum Assisted Closure + Epidermal Growth Factor (2 patients), Vacuum Assisted Closure + Hyperbaric Oxygen Therapy (2 patients) for improving the granulation tissue, and it were performed to 7 patients graft and / or flap.


DISCUSSION AND CONCLUSION: While 1 out of 3 patients suggested below knee amputation were only rescued with the second, third and fourth finger amputation, the other 2 were rescued without amputation.

4.Determination of Information, Behavior and Attitudes on Brucellosis of Dairy Farmers in a village in Van
Dilek Kuşaslan Avcı, Hüseyin Avni Sahin, Gülnihal Güvendi, Zuhal Çakmak
doi: 10.5505/vtd.2017.92485  Pages 78 - 84
GİRİŞ ve AMAÇ: Brusellosis dünya çapında en yaygın zoonotik enfeksiyonlardan biridir. Bu çalışma hayvan yetiştiricilerinin Bruselloza ilişkin bilgi, tutum ve davranışlarının saptanıp eğitim gereksinimlerinin ortaya konması amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu tanımlayıcı çalışma Van iline bağlı köyler içerisinde rastgele bir yöntemle seçilen bir köyde süt, süt ürünlerinin üretimi ve hayvan bakımı ile uğraşan 66 kişiye yüzyüze görüşme tekniği kullanılarak anket uygulanması yoluyla yapılmıştır.Verilerin değerlendirilmesinde SPSS 18 istatistik programı kullanılmıştır.
BULGULAR: Çalışmamızda katılımcıların %98,5’inin Brusella hastalığını duydukları,%47’sinin Brusellosisden nasıl korunulabileceğini bilmedikleri tesbit edilmiştir. Katılımcıların %95,5’nin çiğ sütten peynir yaptıkları belirlenmiştir. Tüm katılımcıların çiğ sütten yapmış oldukları peynirleri taze olarak ve/veya bir aydan daha az süreyle tuzlu suda/salamurada bekleterek tükettikleri ve/veya sattıkları tesbit edilmiştir. Ayrıca katılımcıların yaklaşık yarısının geçmişte Brusella tanısı almış oldukları ve bu kişilerin yaklaşık onda birinin Brusella tedavilerini ya yaptırmadığı ya da tedavilerini tamamlamadan bıraktıkları belirlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Brusellosis katılımcılar arasında iyi bilinen bir hastalık değildir. Brusellosisi ortadan kaldırmak için özellikle hastalığın yayılması ve önlenmesi ile ilgili genel eğitim programlarına ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Brucellosis is one of the most common zoonotic infections globally. This study aimed to determine the information level, behaviour,attitude and training needs of dairy farmers about brucellosis.
METHODS: There were 66 participants involved in this descriptive study. The data were gathered by using a structured questionnaire that was f lled during face to face interview. Data were evaluated by using SPSS 18 statistics program.

RESULTS: A majority of the participants ( 98.5 %) had heard about Brucella and 47 % of the participants were not know that how can prevent for Brucellosis. The analyses of the study population showed that 95.5 % of the participants were by making fresh cheese from raw milk. All of the participants were consuming and/ or selling cheese as fresh and/ or waiting time in brine less than one month. Approximately half of the participants were found with in the past and tenth were not complete the treatment or not treatment of Brucellosis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Brucellosis is not a well-known disease among participant. In order to eradicate Brucellosis, generalized education programs particularly dealing with the disease spread and prevention are needed.

5.Evaluation of our type 1 diabetes mellitus patients
Keziban Aslı Bala, Muazzez Didin, Sultan Kaba, Oktay Aslan, Serap Karaman, Selami Kocaman, Murat Doğan
doi: 10.5505/vtd.2017.25744  Pages 85 - 90
GİRİŞ ve AMAÇ: Retrospektif olarak planladığımız çalışmada; 0-18 yaş arası tip 1 diyabetes mellituslu (DM) hastalarımızın demografik özellikleri, tanı yaşları, metabolik kontrol durumları, tanı anındaki bulguları ve diyabete eşlik eden hastalıklarının olup olmadığını belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza,X Tıp Fakültesi çocuk endokrinoloji polikliniğimizden takip ve tedavileri yapılan; “WHO” kriterlerine göre tanı konulmuş eski ve yeni tanılı 0-18 yaş aralığında, 101 tip 1 DM hastası çocuk alındı.
BULGULAR: Tip 1 DM’ lu hastaların 43’ü (%42.6) kız, 58’i (%57.4) erkekti. Tanı yaşı ortalaması 8.3 ± 8.0 yıl (min: 1 yıl, max: 16 yıl) idi. Hastaların başvuru anında %51.6’ sında diyabetik ketoasidoz, %27.7’ sinde hiperglisemi ve %20.7’ sinde ketonemi saptandı. Eşlik eden otoimmün hastalıklar açısından değerlendirildiğinde tip 1 DM’lu 6 kişide (5.9%) çölyak hastalığı tespit edilmişken, 95 kişide (94.1%) eşlik eden herhangi bir otoimmün hastalık saptanmamıştı. Tip 1 DM’lu çocukların 2’sinde (1.9%) diyabetik nefropati gelişmişken, 99’unda (98.1%) diyabetin herhangi bir kronik komplikasyonu saptanmamıştı. Hastaların 8’i (7.9%) iyi metabolik kontrollü, 29’u (28.7%) orta metabolik kontrollü, 64’ü (63.4%) kötü metabolik kontrollü olarak saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda tip 1 DM’ un ilimizde erkek çocuklarda kızlara göre daha sık olduğu, tanıda ketoasidozla başvurunun daha çok görüldüğü, diyabetin ortaya çıktığı doruk yaşların 5 yaş öncesi ve erken puberte yaşları olduğu, en sık eşlik eden otoimmun hastalığın çölyak hastalğı ve en sık kronik komplikasyon olarak da nefropati geliştiği saptanmıştır.
INTRODUCTION: In this retrospective study, we aimed to identify demographic characteristics, age at onset, metabolic control status, findings at diagnosis and comorbid conditions in patients (aged 0-18 years) with type 1 diabetes mellitus (DM).
METHODS: The study included 101 patients aged 0-18 years with previous or recent diagnosis of type 1 DM based on WHO criteria who were followed in pediatric endocrinology department of X University, Medicine School.
RESULTS: Of the patients with type 1 DM, there were 43 girls (42.6%) and 58 boys (57.4%). Mean age at diagnosis was 8.3 ± 8.0 years (min-max: 1-16 years). At the time of presentation, there was diabetic ketoacidosis in 51.6%, hyperglycemia in 27.7% and ketonemia in 20.7% of the patients. Celiac disease was detected in 6 patients with type 1 DM (%5.9) while no comorbid autoimmune disease was detected in 95 patients (94.1%). Diabetic nephropathy developed in 2 children with type 1 DM (1.9%) while no chronic complication of diabetes mellitus was observed in 99 children (98.1%). Metabolic control was considered to be good in 8 (7.9%), moderate in 29 (28.7%) and poor in 64 of children (63.4%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, it was found that type 1 DM was more prevalent among boys compared to girls; that ketoacidosis was more frequently seen at the time of diagnosis; that the onset of diagnosis had 2 peaks under 5 years of age and at early puberty; that most common comorbid disease was celiac disease; and that most common chronic complication was nephropathy.

6.The long-term effects of adenoidectomy on nasal bacterial flora in children
Sinan Uluyol, Mehmet Zeki Erdem
doi: 10.5505/vtd.2017.37450  Pages 91 - 93
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, kronik adenoid hipertrofisi olan çocuklarda, adenoidektominin nazal bakteriyel flora üzerine uzun vadeli etkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, adenoid hipertrofisi nedeniyle adenoidektomi yapılan 54 ardışık çocuk hasta değerlendirildi. Çalışmaya alınan hastalarda, operasyon öncesi ve 6 ay post-operatif dönemde nazal sürüntü örnekleri alınarak ve kültür çalışması yapıldı. Nazal floradaki patojenik ve patojenik olmayan bakteriler belirlenerek, mikrobiyolojik sonuçlar istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
BULGULAR: Potansiyel patojen bakteriler pre-operatif 33 (% 61.1) nazal kültürlerde izole edilirken, post-operatif 13 (% 24) kültürde tespit edildi (p <0.001). Ameliyat öncesi sürüntü örneklerine göre Staphylococcus aureus, Streptococcus pneumoniae ve Haemophilus influenzae izolasyon oranı post-operatif dönemde anlamlı olarak azaldı (tüm p <0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Potansiyel patojen mikroorganizmalar adenoidektomi sonrası uzun dönemde anlamlı derecede azalmış ve patojen olmayan normal flora bakterilerinde artış izlenmiştir. Adenoidektomi, nazal florayı uzun vadede olumlu yönde etkileyerek çocuklarda tekrarlayan sinonazal ve /veya orta kulak enfeksiyonlarının önlenmesinde etkili olabilir.
INTRODUCTION: The purpose of this study was to investigate the long-term effect of adenoidectomy on nasal bacterial flora in children with chronically hypertrophied adenoids.
METHODS: This study involved 54 consecutive children who underwent adenoidectomy due to adenoid hypertrophy. Nasal swab samples were obtained and cultered prior to the surgery and 6-months postoperatively. The pathogenic and non-pathogenic bacteria of the nasal flora were identified and microbiological results were statistically compared.
RESULTS: Potentially pathogenic bacteria were identified in 33 (61.1%) swab cultures preoperatively and in 13 (24%) cultures 6–months postoperatively (p < 0.001). The isolation rate of Staphylococcus aureus, Streptococcus pneumoniae, and Haemophilus influenzae dropped significantly in the post-operative period when compared to the pre-operative samples (all p < 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Potentially pathogenic bacteria significantly decreased following adenoidectomy and normal non-pathogenic flora in the nasal cavity has been reestablished in the long-term. Adenoidectomy alters nasal flora and thus, can be effective in preventing recurrent sinonasal and/or middle ear infections in children.

7.Prevalence of Posttraumatic Stress Disorder and Depression among the Individuals within Faculty of Dentistry, who Experienced Earthquake and who did not, and the Relation with Temporomandibular Joint Disorders
Cennet Neslihan Eroğlu, Serap Keskin Tunç, Mesut Işık, Sadi Elasan
doi: 10.5505/vtd.2017.58066  Pages 94 - 100
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada diş hekimliği fakültesindeki deprem yaşayan ve yaşamayan gönüllüler arasında Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)-depresyon görülme insidansı ve bu bireylerin temporomandibular rahatsızlıklar (TMR) açısından değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya fakülte bünyesinde 124 gönüllü katılmıştır. Tüm bireylere Temporomandibular Rahatsızlık/ Araştırma Teşhis Kriterleri (TMR/ATK) anketi (Eksen I-II) ve TSSB anketi uygulanmıştır. İki anket üzerinden elde edilen veriler değerlendirilerek toplumsal örnekleme yüzdeleri sunulmuştur. Verilerin istatistiki analizinde SPSS 12.0 Windows programında tek yönlü ANOVA ve Ki-Kare testleri kullanılmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya yaş ortalaması 22,76 olan 66’sı kadın, 58’i erkek olmak üzere 62 deprem yaşamış, 62 deprem yaşamamış birey katılmıştır. Tüm gönüllülerin %12.9’unda TSSB, %38.7’sinde depresyon bulgusu tespit edilmiştir. TSSB tespit edilen bireylerde daha çok miyofasiyal ağrı (%60) görülmüştür. Depresyon bulgusu taşıyan gönüllülerin %54,2’sinde eklem şikayeti bulunmuştur ve bu şikayetlerin başlıca sebebinin (%54) osteoartroz olduğu görülmüştür. Gönüllülerin %48’i psikolojik açıdan sağlıklı idi. Bu bireylerin %3,3 eklem şikayeti tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: TSSB ve depresyon bulgusu gösteren bireylerin TMR bakımından ciddi bir oran oluşturduğu göz ardı edilmemelidir. Gerekli durumlarda multidisipliner tedavi yaklaşımı ile bireylerin sorunlarının çözümüne gidilmesi hasta açısından daha faydalı olabilir.
INTRODUCTION: The present study aimed to investigate the prevalence of Posttraumatic Stress Disorder (PTSD)-depression among the volunteers within the Faculty of Dentistry, both who experienced earthquake and who did not, as well as to evaluate these subjects in terms of temporomandibular disorder (TMD).
METHODS: A total of 124 volunteers from the Faculty participated in the study. All of the subjects completed the Research and Diagnostic Criteria/ Temporomandibular Disorders (RDC/TMD) questionnaire (Axis I-II) and the PTSD questionnaire. Data obtained from both questionnaires were evaluated and then the percentage of population sampling was presented. Statistical analysis of data was done by one-way ANOVA and Chi-Square tests using SPSS 12.0 Windows program.
RESULTS: The study comprised 62 subjects that experienced earthquake and 62 subjects that did not, of whom 66 were female and 58 were male with the mean age of 22.76 years. The sign of PTSD was determined in 12.9% and depression was determined in 38.7% of overall volunteers. Myofacial pain was the leading finding (60%) in the subjects with PTSD. Complaints about joint was present in 54.2% of the volunteers that had the signs of depression and the primary (54%) cause of these complaints was osteoarthrosis. Of the volunteers, 48% were psychologically healthy, and 3.3% of these subjects had joint-related complaints.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It should not be ignored that TMD involves substantial proportion of the subjects having the signs of PTSD and depression. Solving the problems of these subjects by multidisciplinary approach when necessary may be more beneficial for the patients.

8.Retrospective Analysis of Lymphangitis Carcinomatosa Regarding Primer Tumor Spectrum and Computer Tomography Features
Mesut Özgökce, Nuri Havan, Ayşe Havan, İlyas Dündar, Abdussamet Batur, Alpaslan Yavuz, Harun Aslan, Mehmet Deniz Bulut, Aydın Bora
doi: 10.5505/vtd.2017.41636  Pages 101 - 105
GİRİŞ ve AMAÇ: Lenfanjitis karsinomatoza (LK) pulmoner lenfatik kanalların ve perilenfatik bağ dokunun primer tümör hücreleri tarafından metastatik infiltrasyonunu tanımlar ve sıklıkla meme, akciğer ve gastrointestinal sistem kaynaklı genelde adenokarsinomlar olmak üzere çoğu primer tümöre sekonder oluşabilir. Bilgisayarlı tomografide (BT) en sık interlobüler septal kalınlaşma ve retiküler/retikülonodüler dansite artışı şeklinde kendini gösterir. Bu çalışmamızda LK tanısı almış hastalarda primer tümör spektrumunu ve sık görülen akciğer BT bulgularını literatür bulguları eşliğinde sunmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: : İki merkezli yapılan çalışmada LK ön tanısı almış 63 hastanın akciğer BT’leri retrospektif olarak incelendi. Pozitron emisyon tomografi/Bilgisayarlı tomografi (PET/BT), ultrasonografi (USG), endoskopi yada bronkoskopi tetkikleri, BT incelemeleri, sitopatolojik inceleme ve/veya klinik bulguları kullanılarak nihai LK tanısı almış 41 hasta çalışmaya dahil edildi.
BULGULAR: LK tanılı 41 hastanın 11’inde akciğer, 7’sinde özefagus, 6’sında kolon, 4’ünde mide, 3’ünde pankreas, 2’sinde meme, 2’sinde mesane, 2’sinde tiroid ve kalan 4 olguda ise sırasıyla larenks, böbrek, prostat ve kemik iliği primer tümör odağı olarak belirlendi. En sık saptanan akciğer BT bulguları retiküler, retikülonodüler ve/veya nodüler dansite artışları, interlobüler septal kalınlaşmalar, mediastinal ve hiler lenfoadenopatiler, plevral ve/veya perikardiyal effüzyon, atelektazi ve buzlu cam dansite artışları şeklindeydi. Ayrıca 14 olguda ekstrapulmoner tutulum mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: LK, primer malignitesi mevcut hastalarda özellikle adenokarsinomların varlığında pulmoner lenfatik yapıların metastatik tutulumu sonucu BT’de en çok retiküler, retikülonodüler, nodüler paternde akciğer parankim değişikliklerine ve mediastinal lenfoadenopatilere (LAP) neden olmakta olup bulgularda ifade edilen primer tümör yayılım ve ve takibinde akciğer BT tetkiki önemli bir radyolojik modalite olarak kabul görmektedir
INTRODUCTION: Lymphangitis carcinomatosis (LC) is used to describe the metastatic involvement of pulmonary lymphatic canals and perilymphatic connective tissue by primary tumor cells and commonly occurs secondary to primary tumors, mostly adenocarcinomas, originated from breast, lung, gastrointestinal system cancers. Common findings in lung computed tomography (CT) are interlobular septal thickening and increased reticular/reticulonodular density. In this study, we aim to present the primary tumor spectrum and most frequent computed tomography findings of patients with LC.
METHODS: In this double-centered study 63 patients, who had lung CT examination due to prediagnosis of LC, were retrospectively investigated. 41 patients with final diagnosis of LC due to findings upon Positron emission tomography/Computed tomography (PET/CT), ultrasonography, CT scan, endoscopic, bronchoscopic and cytopathologic investigations and/or clinical manifestations are ultimately included
RESULTS: In 41 patients with LC, lung in 11 cases, esophagus in 7 cases, colon in 6 cases, stomach in 4 cases, pancreas in 3 cases, breast in 2 cases, bladder in 2 cases, thyroid in 2 cases and singly larynx, kidney, prostate and bone marrow in 4 cases were respectively revealed as primary tumor origins. Most frequent lung CT findings were increased reticular/reticulonodular and nodular densities, thickenings of interlobular septa, mediastinal and hilar lymphadenopathies, pleural and/or pericardial effusions, atelectasis, ground-glass opacities. Extrapulmonary involvement was detected in 14 patients
DISCUSSION AND CONCLUSION: LC occurs with metastatic involvement of pulmonary lymphatics in patients with primary malignancy, especially adenocarcinomas. In CT, the reticular, reticulonodular, and noduler pattern (most common pulmonary parenchymal changes) and mediastinal lymphadenopathies (LAP) are the most common findgs. Pulmonary CT examination is accepted as the most important radiological modality in diagnosis and follow up of LC.

9.The Effect of Preoperative Neutrophil-Lymphocyte Ratio on Disease Specific Survival in Testicular Tumor Patients
Nurullah Hamidi, Evren Süer, Mehmet İlker Gökçe, Yaşar Bedük
doi: 10.5505/vtd.2017.75537  Pages 106 - 109
GİRİŞ ve AMAÇ: Birçok çalışmada ürogenital tümöre sahip hastalarda hemogram parametrelerinin sağ kalım üzerine etkisi değerlendirilmiştir. Bu çalışmada testis tümörlü hastalarda nötrofil-lenfosit oranı(NLO)’ nın hastalığa özgü sağ kalımı (HÖS) üzerine etkisi değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde Ocak 2000- Aralık 2010 yılları arasında primer testis tümörü nedeniyle tedavisi planlanan 67 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Tüm hastaların yaş, tümör histoloji tipi, patolojik evresi, serum nötrofil sayısı, serum lenfosit sayısı ve NLO düzeyleri kaydedildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı, ortalama kan nötrofil sayısı, ortalama lenfosit sayısı ve ortalama NLO düzeyi sırasıyla 33±8, 4800±2100, 1100±520 3,69±1.1 idi. Histopatolojik incelemede, 21(%31,4) hastada saf seminom, 23(%34,3) hastada saf seminom dışı ve 23(%34,3) hastada mikst histolojik tip olduğu belirlendi. Hastaların 42(%62)’sinde evre 1, 25(%38)’inde evre 2 ve üzeri hastalık izlendi. Ortanca 67 ay takip sonrası tüm hastaların HÖS oranının %91 olduğu belirlendi. Önceki çalışmalara göre NLO sınır değer 4 olarak alındı. Buna göre hastalar NLO≤4 ve NLO>4 olmasına göre 2 gruba ayrılarak karşılaştırıldı. Her iki grup arasında HÖS açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık izlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda elde ettiğimiz sonuçlara göre hemogram parametrelerinin HÖS’ü belirlemede prognostik faktör olmadığı izlendi. Ancak sonuçlarımızın desteklenmesi için daha fazla hasta sayılı ve prospektif verilere ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: The effect of hemogram parameters on survival has been evaluated in many studies for patients who have urogenital tumor. In this study, we aimed to evaluate the neutrophil-lymphocyte ratio (NLR) on disease specific survival (DSS) in patients who have testicular tumor.
METHODS: The data of 67 patients who treated for primary testicular tumor at our clinic between January 2000 and December 2010 was evaluated retrospectively. Patients’ age, histological type of tumor, pathologic stage, serum neutrophil and serum lymphocyte counts and NLR values were recorded.
RESULTS: For all patients, mean age, mean serum neutrophil, lymphocyte counts and mean NLR were 33±8, 4800±2100, 1100±520 and 3,69±1.1, respectively. In histopathological examination, pure seminoma, pure non-seminom and mix histologic type were detected in 21(31.4%), 23(34.3%) and 23(34.3%) patients, respectively. Stage 1 disease and stage ≥2 disease were revealed in 42(62%) and 25(38%)of the patients. During median 67 months follow-up period, DSS rate was 91%. According to previous studies, we determined NLR cut-off value as 4. Patients were divided into two groups as NLR≤4 and NLR>4. There was no statistically significant difference on DSS between two groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to our outcomes, we observed that NLR was not a prognostic factor to predict of DSS. However, high patient volume and prospective trials are needed to support our results.

CASE REPORT
10.Congenital glaucoma accompanied by natal teeth: A case report
Yusuf Kale, Ümit Aksoy
doi: 10.5505/vtd.2017.83097  Pages 110 - 112
Konjenital glokom, göz içi basıncının artması ile karakterize, zamanında tedavi edilmediği takdirde görme kaybına neden olabilen küresel bir sorundur. Natal diş, doğumda dişlerin varlığı ile karakterize nadir görülen bir durumdur. Kesin etiyolojisi bilinmemektedir. Burada bilateral konjenital glokoma eşlik eden natal dişi olan bir yenidoğan sunulmuştur. Olguda natal dişler mandibulada alt ön kesici dişler bölgesinde bulunmaktaydı ve bebeğin dişlerini aspire edebileceği düşüncesiyle dişlerin çekimi yapıldı. Hastanın her iki gözünde bulanıklık var idi. Oftalmolojik muayenesinde konjenital glokom saptandı.
Primary congenital glaucoma is a global problem, which is characterized by increased intraocular pressure and resulted in loss of vision if not timely and appropriately treated. Natal teeth is a rare case which is characterized by the existence of teeth at birth. Its exact etiology is unknown. Herein, a case of a newborn who has a bilateral congenital glaucoma accompanied by natal teeth is presented. The teeth were present in the mandibular incisor region and they were extracted because of the fear of aspiration. The patient also had opacities in his eyes. A diagnosis of congenital glaucoma was made after ophthalmologic examination.

11.A Mimicking Situation Of Active Disease In Thyroid Orbitopathy: The Use Of Topical Prostaglandin Analogs
Aydın Yıldız
doi: 10.5505/vtd.2017.33042  Pages 113 - 115
Tiroid orbitopati tiroid stimule edici hormon reseptörüne (TSH-R) karşı otoantikor gelişmesi ile karakterize orbita ve periorbital dokuların inflamatuar ve otoimmun bir hastalığıdır. Tiroid orbitopatisinin en önemli klinik belirtileri yumuşak doku tutulumu, göz kapağı retraksiyonu, proptozis, optik nöropati ve kısıtlayıcı miyopatidir.
Prostaglandin türevleri (latanoprost, bimatoprost, travoprost ve unoproston) glokom ve oküler hipertansiyon hastalarında göz içi basıncı azaltmak amacıyla kullanılan bir grup ilaçtır. Bu ilaçlara bağlı olarak en sık görülen yan etkiler kirpiklerde büyüme, iris renginde değişiklik, konjonktival hiperemi ve kemozistir.
Bu çalışmada gözde kızarıklık ve şişlik ile başvuran bir tiroid orbitopati hastasında klinik aktivite ile karışabilecek bir durum olan prostaglandin analoğu kullanımına ait bir olgu sunulması amaçlanmıştır.
Thyroid orbitopathy is an inflammatory and autoimmune disease of the orbital and periorbital tissues that characterized as developing autoantibodies against thyroid stimulating hormone receptor (TSH-R). The most important clinical manifestations of thyroid orbitopathy are soft tissue involvement, eyelid retraction, proptosis, optic neuropathy, and restrictive myopathy.
Prostaglandin analogs (latanoprost, bimatoprost, travoprost, and unoproston) are used to reduce intraocular pressure in people who have glaucoma or ocular hypertension. The most important side efffects of prostaglandin analogs are change of iris color, growth of eyelashes, conjunctival hyperemia, and chemosis.
In this study, it is aimed to report a patient using a prostaglandin analog drop presenting with redness and chemosis of the conjunctiva that may be misdiagnosed as increased clinical activity score in thyroid orbitopathy disease.

12.Infraclavicular block and anesthesia management in two cases with Osteogenesis Imperfecta
Cahide Kahraman, Abdullah Kahraman
doi: 10.5505/vtd.2017.52244  Pages 116 - 118
Osteogenezis imperfekta, nadir görülen otozomal kalıtımlı bir bağ dokusu hastalığıdır. Bu olgularda son derece kırılgan kemik, diğer organ ve vücut sistemlerinin bozuklukları ön plandadır. Osteogenezis imperfekta’lı hastalarda anestezi ile ilgili literatürde az sayıda çalışma vardır. Osteogenezis imperfektalı olgular anestezik açıdan zor hava yolu ve malign hipertermi gibi riskler taşımaktadır. Bu nedenle dikkatli bir anestezi yönetimi gerektirirler. Literatürde Osteogenezis imperfekta’lı hastalarda genel ve epidural anestezi uygulamaları bildirilmiş olmasına rağmen, periferik blok kullanımı çok seyrektir. Bu yazıda Osteogenezis imperfekta’lı iki olguda uygulanması kolay ve güvenli bir yöntem olduğu için tercih ettiğimiz infraklavikuler blok deneyimimizi sunmayı amaçladık.
Osteogenesis imperfecta, is a rare autosomal hereditary connective tissue disease. In these cases, extremely fragile bones, other organ and body system disorders are prominent. There are few studies in the literature related to anesthesia for patients with Osteogenesis Imperfecta. In terms of anesthesia, cases with osteogenesis imperfacta have risks such as difficult airway and malignant hyperthermia. Therefore, they require a careful anesthesia management. Although, in literature general and epidural anesthesia applications on patients with osteogenesis imperfecta have been reported, peripheral block usage is very rare. In this article, we aim at presenting infraclavicular block experiment, a method which we prefer due to its convenience and safety, in two cases with osteogenesis imperfecta.

13.Anesthetic Management of Lumbar Suturing as Regional Folk Beliefs
Yakup Aksoy, Ömer Fatih Şahin, Ayhan Kaydu, Cem Kıvılcım Kaçar
doi: 10.5505/vtd.2017.40412  Pages 119 - 121
Bel ağrısı tedavisinde halk tarafından ağrıyı geçirdiğine inanılan geleneksel ve yanlış bir tedavi yöntemi olan bele ip dikilmesi olgusunda anestezi yönetimini sunmak istedik. 57 yaşındaki erkek hastaya nefrolithiyazis tanısıyla ureterorenoskopik taş tedavisi (URS) yapılması planlandı. Hastanın lomber bölgesinde yaklaşık 5 cm yarıçaplı etrafı ekimotik, skuamlı, ciltte fluktuasyon veren ve giriş delikleri enfekte olan düğüm atılmış ip tespit edilmesi üzerine spinal anestezi yerine genel anestezi yapıldı.
We aim to present anesthetic management of lumbar suturing as false traditional and regional folk beliefs used for treatment of low back pain. A male patient, 57 years of age, diagnosed with nephrolithiasis, referred for ureterorenoscopic stone treatment (URS). Balanced general anesthesia was chosen instead of spinal anesthesia because of a rope which was about 5 cm radius around ecchymosed, scaly and fluctuating skin with infected inlet on patient’s lumbar spine.

14.Galeazzi Fracture at the Driver: Case Report
Mehmet Sunay Yavuz, Serkan Öztürk, Ufuk Akın, Faruk Aydın, Gonca Tatar, Muhammed Alp Özdemir
doi: 10.5505/vtd.2017.40427  Pages 122 - 124
Galeazzi kırığı, distal radius şaft kırığı ile birlikte distal radiyoulnar eklem çıkığını içeren kırık paterni olarak tanımlanmaktadır. Literatürde Galeazzi kırığının etyolojisinde en sık yüksekten düşmeler, trafik kazaları ve iş kazaları yer almaktadır. Her ne kadar etyolojide trafik kazaları en sık sebepler arasında yer alsa da, olgumuzdaki gibi trafik kazası sonucu sürücüde oluşmuş Galeazzi kırığı olgularına literatürde nadir olarak rastlanmaktadır. Sürücünün kim olduğunu gösteren emniyet kemeri, direksiyon izi gibi lezyonların yanında, Galeazzi kırığının da sürücünün kim olduğunun tespitinde adli tıbbi değerlendirmede yarar sağlayacağını düşünmekteyiz.
Galeazzi fracture is described as fracture pattern, which includes radius shaft fractures with distal radioulnar joint dislocation. The most common etiologies of Galeazzi fracture in literature are fall from the high distance, traffic accidents, and job accidents. On the other hand, Galeazzi fracture, which is formed as a result of a traffic accident, such as in our case, is rarely encountered in the literature. We believe that alongside the security belt and steering wheel mark which identifies the driver, Galeazzi fracture also might be beneficial in the identification of the driver in forensics evaluations.

15.Liver Cyst Hydatid Causing Diaphragmatic Rupture: Case Report
Abdullah Kahraman
doi: 10.5505/vtd.2017.14633  Pages 125 - 126
Karaciğer kist hidatiği, Echinococcus granulosus adlı bir parazitin neden olduğu, dünya üzerinde endemik hastalığa yol açan parazitik bir enfeksiyondur. Kist hidatik Türkiye’de halen önemli sağlık problemlerinden biridir. Sıklığı 2-6/100.000 arasında olup, karaciğere (%60-70) ve akciğere (%20-25) oranda yerleşmektedir. Diyafragmatik yerleşim ise %1 gibi düşük orandadır ve genellikle karaciğer kist hidatiği ile ilişkilidir. Bu lokalizasyondaki bir kistin yerinin, radyolojik inceleme yöntemleriyle tam olarak belirlenebilmesi her zaman mümkün olamamaktadır. Bu yazıda, diyafragmaya komşuluğu nedeniyle intraoperatif diafragma rüptürüne neden olan karaciğer kist hidatiği olgusu sunulmuştur.
Liver cyst hydatid which is caused by a parasite called Echinococcus granulosus, is a parasitic infection that leads to endemic disease around the world. Hydatid cyst is still one of the major health problems in Turkey. Its frequency ratio is 2-6 in 100,000 and it is placed in the liver at 60-70% ratio and in the lung at 20-25% ratio. Diaphragmatic localization is at a rate as low as 1% and is usually associated with liver hydatid cyst. In such localization of a cyst, is not always possible for the location of the cyst to be fully determined by radiological methods. In this paper, a liver cyst hydatid case causing intraoperative diaphragmatic rupture because of its proximity to the diaphragm is presented.

INVITED REVIEW
16.The importance of accreditation in medical education
Mehmet Emin Layık, Mustafa Kasım Karahocagil, Pınar Kalem
doi: 10.5505/vtd.2017.33043  Pages 127 - 130
Eğitim ülkelerin olumlu anlamda her türlü ilerlemesinin temelini oluşturan en önemli öğelerden birisidir. Eğitim kalitesinin arttırılmasında önemli bir yeri olan Akreditasyon; özellikle eğitim ve öğretim kurumlarında uygulanması gereken bir sistemdir. Akreditasyon; denk olma durumu anlamına gelir. 2008 yılında kurulan Ulusal Tıp Eğitimi Akreditasyon Kurulu (UTEAK); amaç ve hedeflerini, toplumun sağlık düzeyinin yükseltilmesi için tıp fakültesinde verilen tıp eğitim ve öğretiminin geliştirilmesi ve niteliğinin iyileştirilmesi, kurumlara yol göstermek, gelişimlerini desteklemek, işleyiş ve sürekliliğini izlemek olarak tanımlamıştır. Bu amaç ve hedeflerin karşılanmasında değerlendirme aracı akreditasyon süreci olarak adlandırılmıştır. Akreditasyon için en önemli aracın ise ulusal standartlar olduğu belirtilmiştir. Halen ülkemizde 22 tıp fakültesi akredite durumdadır
Education is one of the most important elements of the country that form the basis of any progress in the positive sense. The accreditation, which plays an important role in improving the quality of education; A system should be implemented, especially in education and training institutions. Accreditation; It means the state of being equal.National Medical Education Accreditation Committee (UTEAK) has founded in 2008 goals and objectives development of medical education in the faculty of medicine and the improvement of quality in order to increase the level of public health, guidance to institutions, support the development, defined as monitoring the functioning and continuity. The evaluation tool in meeting the target and these goals was named accreditation process. The most important tool is stated that national standards for accreditation. Currently, 22 medical schools in our country areinaccreditedstatus.

17.Postpartum psychosis
Emine Füsun Akyüz Çim
doi: 10.5505/vtd.2017.43534  Pages 131 - 134
Lohusalık sürecinde gözlenen psikopatolojik durumlar içerisinde, klinik tablo ve olası sonuçlar açısından en riskli olan durum postpartum psikozdur. Gebelik ve loğusa döneminde meydana gelen psikososyal değişim, uykusuzluk, hormonal faktörlerin oluşturduğu kuvvetli stresörler ile birlikte, genetik yatkınlık psikozun ortaya çıkışını kolaylaştırır. Postpartum psikozun prevelansı (% 0.1–0.2 ) seyrek olsa da, özkıyım ve bebeğe karşı ciddi homosidal risk göz önüne alındığında, acil ve analitik müdahalenin önemi artmaktadır.
Among the psychopathological conditions observed during the puerperium period, the most risky condition is clinical picture and possible outcomes is postpartum psychosis. Psychosocial changes during pregnancy and postnatal period, insomnia, genetic predisposition facilitates the emergence of psychosis with stressors caused by hormonal factors. Although the prevalence of postpartum psychosis is rare (0.1-0.2%), the importance of urgent and analytical intervention is heightened when serious homocidal risk to suicide and babies is taken into account.

LookUs & Online Makale