E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 24 (4)
Volume: 24  Issue: 4 - 2017
1.Cover

Pages I - II

ORIGINAL ARTICLE
2.Evaluation of the apically extruded debris associated with the use of different single-file systems
Ozgur Genc Sen, Esin Özlek
doi: 10.5505/vtd.2017.94103  Pages 216 - 220
GİRİŞ ve AMAÇ: Kök kanal preparasyonu esnasında apikalden debris taşması çeşitli post-operatif komplikasyonlara yol açmaktadır. Bu çalışmanın amacı farklı tek eğe sistemlerinin kök kanal preparasyonunda kullanımı esnasında apikalden taşan debris miktarlarının değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yetmiş beş adet alt küçükazı dişi her grupta 15 diş olacak şekilde rastgele 5 gruba ayrıldı. Gruplar farklı tek eğe sistemleriyle şu şekilde enstrümante edildi: 1. Grup: OneShape; 2. Grup: WaveOne; 3. Grup: OneFile rotasyonel hareketle; 4. Grup: OneFile resiprokal hareketle; 5. Grup: Reciproc. Şekillendirme işlemi esnasında apikalden taşan debris ve yıkama solusyonu daha önceden tartılmış olan Eppendorf tüplerinde biriktirildi. Kuru debrisin ağırlığını belirlemek için tüpler inkübatör içerisinde 68 C° de 5 gün bekletildi ve yeniden tartıldı. Son ağırlıklar tüplerin ilk ağırlıklarından çıkarıldı. Elde edilen Veriler istatistiksel olarak Kruskal-Wallis testiyle değerlendirildi.
BULGULAR: Gruplar arasında istatistiksel olarak önemli bir fark bulunamadı (p > 0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada kullanılan tüm tek eğe sistemleri apikalden bir miktar debris taşmasına sebep olmuştur. En az debris OneShape eğesinin kullanıldığı grupta taşmıştır.
INTRODUCTION: Debris extrusion during root canal preparation may cause various post-operative complications. The aim of this study was to compare the amount of debris extruded apically associated with the use different single-file systems during root canal preparation.
METHODS: Seventy-five mandibular premolar teeth were randomly divided into 5 groups of 15 teeth each. Groups were instrumented using different single-file systems as follows: Group 1, OneShape; group 2, WaveOne; group 3, OneFile with reciprocating motion; group 4, OneFile with rotational motion; and group 5, Reciproc. Irrigant and debris extruded during instrumentation were collected in pre-weighed Eppendorf tubes. In order to determine the dry weight of the extruded debris, tubes were stored in an incubator at 68°C for 5 days then weighed again. Initial weights of the tubes were subtracted from last weights. Data were statistically evaluated via the Kruskal-Wallis test. Results: There were no statistically significant differences between the amounts of apically extruded debris in any of the groups (p > 0.05).
RESULTS: There were no statistically significant differences between the amounts of apically extruded debris in any of the groups (p > 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, all the single-file systems used resulted in some debris extrusion. The OneShape file was associated with the least debris extrusion.

3.The Effect of Endobag Usage on Port Site Infection During Laparoscopic Cholecystectomy
Şükrü Taş, Ömer Faruk Özkan, Aslı Kiraz, Umut Ercan, Yılmaz Akgün
doi: 10.5505/vtd.2017.85856  Pages 221 - 223
GİRİŞ ve AMAÇ: Laparoskopik kolesistektomi, safra kesesi taşı için altın standart bir ameliyat şeklidir. Erken işe dönüş, daha az ağrı ve düşük insizyon boyutu temel avantajıdır. Laparoskopik kolesistektomide safra kesesinin abdomenden çıkarılmasında kullanılan endobag’in yara yerini koruduğuna dair literatür verileri bulunmaktadır. Bu çalışmada, laparoskopik kolesistektomide safra kesesi ekstraksiyonu sırasında endobag kullanımının port yeri enfeksiyonu üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Anabilim dalımızda laparoskopik kolesistektomi uygulanan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya elektif laparoskopik kolesistektomi yapılan ve endobag kullanılan son 20 olgu ile endobag kullanılmayan son 20 olgu çalışmaya dahil edildi. Olguların demografik verileri, postoperatif dönemde yara yeri enfeksiyonu ve diğer morbidite verileri kaydedildi.
BULGULAR: Endobag kulanılan 20 olgunun 14’ü erkek, 6’sı kadın olup, yaş ortalaması 56’ydı. Kontrol grubunun yaş ortalaması 54 idi. Olguların tamamında preoperatif ultasonografi bulgularında multiple milimetrik kalkül saptandı. Her iki grupta lokal yara yeri bakımı ile kontrol altına alınan birer olguda (%5) yara yeri enfeksiyonu görüldü. Takiplerde, postoperatif hiçbir olguda herniye rastlanmadı. Maliyet açısından bakıldığında, endobag kullanımı kontrol grubuna göre her bir olgu başına 50 TL artışa neden olmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Laparoskopik kolesistektomide safra kesesinin batın dışına alınması sırasında endobag kullanımının, operasyon maliyetini arttırdığını ve perforasyonsuz ameliyatlarda yara yeri enfeksiyonu üzerine etkisinin olmadığı düşünülmektedir.
INTRODUCTION: Laparoscopic cholecystectomy is the gold standart for cholelitiais. Early return to work, less pain and reduced incision size are major advantages of laparoscopic cholecystectomy. There is data supporting that endobag usage for removing gall bladder out of abdomen protects the wound site in the literature. In this study, it was aimed to evaluate the effect of endobag use on port site infection in laparoscopic cholecystectomy.
METHODS: Data of the patients’ medical records whom underwent laparoscopic cholecystectomy without any complication such as perforation in our department were analyzed retrospectively. The last 20 patients underwent elective laparoscopic cholecystectomy with and without endobag use were included in the study. The demographic data, postoperative wound site infection and other morbidities of all patients were recorded and evaluated.
RESULTS: There were 14 male and 6 female patients in the group with endobag use and mean age was 56. The mean age of the control group without endobag use was 54. Multiple millimetric calculi were seen with preoperative ultrasonography in all patients. Wound site infection controlled by local wound care was seen in one patient (5%) of each group. Postoperative hernia was not seen in all patients during follow-up period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Endobag use increased the cost about 50 Turkish Liras for each patient compared with patients without endobag use. It was thought that endobag use in laparoscopic cholecystectomy increased the operation cost and is ineffective on wound site infections in surgeries without perforation.

4.Milking-related carpal tunnel syndrome
Ece Özdemir Öktem, Emine Eda Kurt, Aysu Yetiş, Burç Esra Şahin
doi: 10.5505/vtd.2017.97269  Pages 224 - 228
GİRİŞ ve AMAÇ: Karpal tünel sendromu (KTS) median sinirin el bileği içinde kompresyonu sonucu gelişen en sık rastlanan tuzak nöropatidir. Çalışmamızın amacı; hayvancılığın yaygın olduğu bölgemizde elle süt sağma ile KTS arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Nisan 2015-Eylül 2015 tarihleri arasında KTS ön tanısı ile Elektromiyografi laboratuarına yönlendirilen 805 hastadan düzenli olarak süt sağan ve KTS saptanan 35 hasta çalışmaya dahil edildi. KTS için risk faktörü olan diyabet, tiroid disfonksiyonu, akromegali, romatoid artrit gibi durumlar ve gebeler çalışma dışında bırakıldı. Hastaların toplam süt sağma süreleri ay ve gün olarak kaydedildi. Süt sağma süresi ile KTS şiddeti arasında ilişki olup olmadığı araştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 35 hastanın yaş ortalaması 54,23±12,35 olup tamamı kadındı. Hastaların toplam süt sağma süreleri ile KTS şiddetleri karşılaştırıldığında hafif-orta (p<0,001), hafif-ağır (p<0,001) ve orta-ağır (p=0,001) olmak üzere her 3 grup arasında anlamlı istatistiksel farklılık tespit edildi. Süt sağma süresi ile duyusal sinir amplitüdleri (r=-0,465 p<0.001) ve duyu ileti hızları (r= -0,541 p<0,001) ile arasında negatif yönde korelasyon tespit edildi. Motor ileti çalışmaları ile süre arasındaki ilişkiye bakıldığında da motor distal latans ile arasında pozitif yönde iyi korelasyon (r= 0,641 p<0,001), birleşik kas aksiyon potansiyeli ( r=-0,506 p<0,001) ve motor ileti hızı ile arasında (r=-0,313 p=0,011) negatif yönde anlamlı korelasyon tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Makine kullanımının yaygınlaşmadığı bölgelerde elle süt sağma KTS gelişimi için bir risk faktörü olabilir. Süt sağma süresi arttıkça tekrarlayıcı travmaya bağlı kümülatif etki artacağından KTS şiddeti artabilir.
INTRODUCTION: Carpal tunnel syndrome (CTS) is the most entrapment syndrome due to compression of the median nerve through the wrist. The aim of our study is to investigate the relationship between manual milking and CTS.
METHODS: From 2015 april to september, 805 had diagnosis of carpal tunnel syndrome (CTS) in Electromyography laboratory; from these 35 cases that were associated with manual milking were included in our study. Risk factors associated with CTS such as diabetes mellitus, thyroid disfunction, acromegaly, rheumatoid arthritis and pregnancy are excluded from study. The relationship between duration of manual milking and severity of CTS was investigated.
RESULTS: All of the patients were female and the mean age was 54.2±12,35. There was a statistically significant difference between severity of CTS and totally milking time, respectively mild-moderate (p<0,001), mild-severe (p<0,001) and moderate-severe (p=0,001). Negative correlation was detected between manual milking time and sensory nerve amplitudes (r=-0,465 p<0.001), sensory nerve conduction velocities (r= -0,541 p<0,001). Positive correlation between motor distal latency and manual milking time (r=0,641,p<0,001); and negative correlation between manual milking time and compound muscle action potential ( r=-0,506 p<0,001) and motor nerve conduction velocity (r=-0,313 p=0,011) was detected.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Manual milking may represent a risk factor for CTS mainly in areas where milking machines are not in common use. The severity of CTS may increase due to the cumulative effect of repetetive trauma in manual milking.

5.Fresh Autolog Pericardial Patch Closure in Secundum Atrial Septal Defect
Aydemir Koçarslan, Mehmet Salih Aydın, İbrahim Halil Altıparmak, Abdussemet Hazar, Mustafa Göz
doi: 10.5505/vtd.2017.04706  Pages 229 - 231
GİRİŞ ve AMAÇ: Taze otolog perikard, başta sekundum atrial septal defekt (ASD) kapatılması olmak üzere, kalp cerrahisinde çeşitli ameliyatlarda yama materyali olarak sıklıkla kullanılmaktadır. Bazı yazarlar perikardı sertleştirmek için gluteraldehit ile fikse edilerek kullanımını önermiştir. Bu retrospektif çalışmada sekundum ASD kapatılmasında taze perikardiyal yama kullanılan olgularda fibrozis, kalsifikasyon veya anevrizmatik gelişim incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde 2009-2013 yılları arasında ASD kapatılması ameliyatı yapılan 15 hasta çalışmaya dahil edildi. Tüm ameliyatlar kardiyopulmoner bypass altında yapıldı. ASD operasyonlarında taze otolog perikardiyal yama kullanıldı. Perikarddaki yağlı doku ıslak spanç ile sıyrılarak temizlendi. Tüm hastalar ameliyattan sonra bir yıl boyunca aralıklı olarak ekokardiyografi ile takip edildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların 10’u bayan, 5’i erkekti. Hastaların ortalama yaşı 16,7 (3-68) idi. Hastalardan 3 tanesi inferior kaval tip, iki tanesi superior kaval tip, on tanesi sinus venozus tip ASD idi. Hastaların ekokardiyografik takibinde hiçbir hastada anevrizmal dilatasyon, kalsifikasyon veya kaçak tespit edilmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ASD’nin ameliyatla kapatılmasında taze otolog perikard kullanımı güvenli bir yöntemdir. Sekundum ASD kapatılmasında perikardiyal yama kullanılırken gluteraldehit ile fiksasyon gerekli değildir.
INTRODUCTION: Fresh autolog pericardium is often used as a patch material first to close secundum atrial septal defect (ASD) and various operations in heart surgery. Several authors suggest that fixing pericard with glutaraldehyde for stiffener and use. In this retrospective study, fresh pericardial patch used patients for close secundum ASD, fibrosis, calcification or aneurysmal developments were studied.
METHODS: Fifteen patients, who closed secundum ASD between 2009-2013 were included in the study. All operations were made under cardiopulmonary bypass. Fresh autolog pericardial patch was used in ASD operations. Fat tissue on pericardium was stripped with wet gauze. After surgery, all patients were followed up with echocardiography at intervals within a year.
RESULTS: Patients were 5 men and 10 women. The mean age was 16,7 years (range, 3-68 years). According to ASD types; of the ASD cases, three were inferior caval type, two superior caval type, 10 sinus venosus type. There was any aneurysmal dilatation, calcification or leakage on follow up.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The use of fresh autolog pericardium is a safe method of surgical ASD closure. In secundum ASD closure using glutaraldehyde fixation on pericardial patch it is not required.

6.Acute Intoxications Admitted to Intensive Care Unit: Retrospective Evaluation
Ayhan Kaydu, Ferit Akil, Esref Arac, Ozgur Yilmaz, Erhan Gökcek, Yakup Aksoy, Cem Kıvılcım Kaçar
doi: 10.5505/vtd.2017.44366  Pages 232 - 237
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut intoksikasyonlar; özkıyım amaçlı veya bilinçsiz şekilde yüksek doz ilaç kullanma şeklinde olabilen halk sağlığı sorunudur. Çalışmamızda akut intoksikasyon nedeniyle yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) takip edilen hastaların demografik ve klinik verilerini retrospektif olarak incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız Ocak 2014 ve Ocak 2016 tarihleri arasında yoğun bakım ünitesine ilaç zehirlenmesi 152 hastanın dosyalarının geriye dönük taranmasıyla yapıldı
BULGULAR: Çalışmaya alınan 152 hastanın 118’i kadın, 34 hasta erkek, kadın erkek oranı: 3,4/1. Hastaların ortalama yaşları 26,2±11,16 yıldı. YBÜ’ nde kalış süresi ortalama 1,85±1,05 gündü. 30 yaş altında toplam 118 (%77,6) hasta vardı. 30 yaşın altındaki hastalarda kadınların oranı erkeklere göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek bulundu. (p<0.05) Zehirlenme olgularının %95,32’ü özkıyım amaçlıydı. Olguların %90,7 ‘i ilaçlar ile, ilaçlar arasında en çok 56 hasta (36,8%) analjezik alımı, psikoaktif ilaçlar (%23) (17,1% hasta antidepresan alımı, 5,9% hasta antipsikotik alımı), 30 hasta (19,7%) antimikrobiyal alımı, nedeniyle zehirlenme mevcuttu. 64 (42,1%) hasta 1 ilaç alımı, % 48,02 oranında hasta birden fazla ilaç alımı ile intoksikasyon gelişti. Peptisit alan 1 hasta öldü. YBÜ’ne alınıncaya kadar geçen zaman ortalaması: 292,93±201,75 dakika olarak hesaplandı. YBÜ’ne en fazla yaz aylarında (44%) zehirlenmeler başvurdu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akut intoksikasyonların büyük oranda genç kadın hastalarda yaz aylarında özkıyım amaçlı olduğunu saptadık. Analjezikler zehirlenme amacıyla en sık kullanılan ilaç olduğunu belirledik.
INTRODUCTION: Acute intoxication is a important public health problem that occur suicidal or unintentionally drug overdose.We aimed to retrospectively review the demographic and clinical data of the patients who were followed up in intensive care unit due to acute intoxication.
METHODS: We retrospectively reviewed the files of all 152 patients who admitted to intensive care unit between January 2014- January 2016 due to acute intoxication.
RESULTS: The 118 of 152 patients were female, 34 were male. The mean length of stay in the intensive care unit was 1,85±1,05 days. The 118 of 152 /%77.6) patients were under 30 years old. The rate of intoxications were statistically lower in male than females under 30 years old. (p<0.05) Suicidal attempt was found in 145 patients (%95,32). the use of medicine drugs were the majority of suicide cases (90.7%). The most frequent medicine drugs were analgesics (36,8%), psycoactive drugs (%23) and antimicrobials (19,7). %42,1 of caes were intoxicated with one drug, %48,02 of cases were multiple drug intoxicated.
There was only one death due to pepticide poisoning. The rate of seasonal distribution of intoxications were spring (44%). The mean time to ICU admission was 292,93±201,75 minutes.
Conclusion: Acute intoxications were mostly seen in especially female young female adults and the most common was suicidal by medicine drugs. The most common used drugs for poisoning were analgesics.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Acute intoxications were mostly seen in especially female young female adults and the most common was suicidal by medicine drugs. The most common used drugs for poisoning were analgesics.

7.Evaluation of CT severity index, Ranson and APACHE II and Ranson scores for clinical course and mortality in mechanically ventilated patients depend to severe pancreatitis
Gürhan Adam, Erdem Koçak, Celal Çınar, Füsun Adam, Canan Bor, Mehmet Korkmaz, Mehmet Uyar
doi: 10.5505/vtd.2017.03016  Pages 238 - 243
GİRİŞ ve AMAÇ: Şiddetli akut pankreatitte pulmoner komplikasyonlar sıklıkla görülmektedir. Bu çalışmada, akut pankreatite bağlı gelişen pulmoner komplikasyonlar nedeniyle mekanik ventilasyon uygulanan hastalarda bilgisayarlı tomografi şiddet indeksi (CTSI) ve geleneksel iki farklı skorlama sistemi olan APACHE II ve Ranson skorlama sistemlerinin uygulanabilirliği ve güvenilirliğinin karşılaştırılması amaçlandı
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, akut pankreatit tanısı ile mekanik ventilasyon uygulanan toplam 36 hasta dahil edildi. Mortalite oranlarının öngörülmesi için CTSI, APACHE II ve Ranson skorlama sistemleri kullanıldı
BULGULAR: Toplam 36 hasta içinden sağ kalan hasta sayısı dokuz (%25) idi. Mortalite oranları yoğun bakımda %66.6 (n= 24), hastanede ise %75 (n= 27) olarak bulundu. Mortaliteyi öngörme konusunda 17’nin üzerinde APACHE II skoru en yüksek sensitivite (%64) ve spesifiteye (%66) sahipti. Bu oranları sırasıyla 4’ün üzerinde CTSI skoru (sensitivite %60, spesifite %40) ve 6’nın üzerinde Ranson skoru (sensitivite %50, spesifite %46) takip etmekteydi
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada, akut pankreatite bağlı gelişen pulmoner komplikasyonlar nedeniyle yoğun bakımda mekanik ventilasyon uygulanan hastalarda mortaliteyi öngörme konusunda yüksek APACHE II, Ranson skoru ve CTSI skorunun bağımsız birer belirleyici olduğu bulundu. Ancak APACHE II skorunun bu tür hastalarda mortalite oranlarını öngörmede en güvenilir ve etkili skorlama sistemi olduğu belirlendi
INTRODUCTION: To evaluate the utility of CT severity index (CTSI) and two main scoring systems (Ranson and APACHE II) for patients underwent mechanical ventilation due to pulmonary complications associated with severe pancreatitis.
METHODS: Mechanical ventilated patients due to severe acute pancreatitis were enrolled the study. CTSI and two traditional clinical scoring systems including APACHE II and Ranson were used to predict the mortality rates in mechanical ventilated patients due to severe AP.
RESULTS: Nine of 36 patients were survived (25%). The ICU (Intensive Care Unit) mortality was 66.6% (n= 24) and hospital mortality was 75% (n= 27). Patients had upper then 17 scores for APACHE II score, the sensitivity and specificity were 64% and 66%, respectively to predict the mortality, by CTSI (> 4) and Ranson scoring system (> 6) with sensitivity and specificity of 60% and 40% and 50% and 46%, respectively.

DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, CTSI and high score of Ranson and APACHE II were found to be independent predictors in underwent mechanical ventilated patients due to severe pancreatitis in ICU. However, APACHE II was the most reliable scoring system for predicting the mortality rate.


8.Relationship Between Platelet Distribution Width and Papillary Thyroid Cancer
Özkan Yılmaz, Remzi Kızıltan
doi: 10.5505/vtd.2017.85547  Pages 244 - 249
GİRİŞ ve AMAÇ: Tiroid nodülleri, tiroidin en sık rastlanılan hastalığıdır.Her merkezde rahatlıkla yapılabilinen tetkiklerle nodüllerin malignite potansiyelleri hakkında bilgi edinmek mümkünmüdür sorusu bu çalışmanın temel amacı olmuştur
YÖNTEM ve GEREÇLER: Fakültemiz genel cerrahi kliniğinde 2014-2015 yıllarında bilatateral total troidektomi yapılan 275 hastanın preoperatif hemogram ve biyokimyasal parametreleri ve patoloji raporları retrospektif olarak incelenmiştir.
BULGULAR: Bilateral total tiroidektomi uygulanan olgulardan 180’inin patoloji sonucu nodüler hiperplazi, 95’inin ise papiller tiroid kanseriydi(PTC). Patoloji sonucu nodüler hiperplazi olan olguların cerrahi öncesi bakılan TSH düzeyleri patoloji sonucu papiller kanser gelenlere göre daha düşüktü Bu sonuç istatiksel olarak anlamlı bulundu (p=0.003). İki grup arasında cerrahi öncesi bakılan hematolojik parametreler açısından istatistiksel anlamda fark yoktu. Ancak kadın olgularda multisentrisite olanlarda olmayanlara göre platelet dağılım genişliği istatiksel olarak daha yüksekti (p=0.047).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmanın sonucu göstermiştir ki, preop hazırlıkta rutin yapılan hemogram ve biyokimyasal tetkilerle malign benign ayrımı kolay değildir. Ancak yüksek platelet dağılım genişliği (PDW) ile malign karekterli kitlelerde multisentrisiteden şüphelenmek mümkündür.
INTRODUCTION: Thyroid nodules are the most common disease of the thyroid gland. The main objective of the present study was to provide an answer to one question: “Is it possible to acquire information about malignancy potential of thyroid nodules using the tests readily available at all centers.
METHODS: The present study retrospectively reviewed preoperative results of hemogram, biochemical parameters and pathology reports of a total 275 patients, who underwent bilateral total thyroidectomy procedure in the Department of General Surgery at Our faculty between 2014 and 2015.
RESULTS: The mean age was 47.60 ± 12.79 (20-79) years. Of patients, 84.7% (233) were females and 14.9% (41%) were males. Of patients that underwent bilateral thyroidectomy, pathologic examination revealed nodular hyperplasia in 180 patients and papillary thyroid cancer (PTC) in 95 patients. TSH levels before surgery were lower in patients with nodular hyperplasia compared to patients with papillary thyroid cancer and the difference was statistically significant (p=0.003). There was no statistically significant difference in hematological parameters measured before surgery between the two groups. However, platelet distribution width was significantly higher in female patients with multicentricity compared to those without multicentricity (p=0.047).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The study suggests that hemogram and biochemical tests that are routinely performed in preoperative workup do not easily differentiate malignant lesions from the benign lesions. However, high platelet distribution width (PDW) may raise the suspicion of malignant lesions with multicentricity.

9.Investigation of Unilateral Mandibular Coronoid Hyperplasia Cases Using Cone Beam Computed Tomography
Ersen Bilgili
doi: 10.5505/vtd.2017.85619  Pages 250 - 253
GİRİŞ ve AMAÇ: Mandibuler koronoid hiperplazisi (MKH); ilk defa 1853 yılında Langenbeck tarafından tanımlanmıştır. Olgular daha çok bilateral olarak izlense de, unilateral olarak da görülebilmektedir. Çalışmanın amacı, kliniğimizde farklı sebeplerle konik ışınlı bilgisayarlı tomografi (KIBT) görüntüleri alınmış unilateral MKH görülen hastalarda, hiperplazi görülen ve görülmeyen taraflardaki mandibular koronoid ve kondilin vertikal uzunluklarının retrospektif olarak değerlendirilmesidir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Farklı sebeplerle kliniğimizde KIBT görüntüleri alınmış 502 hastanın 32’sinde izlenen unilateral MKH incelendi. Her hasta için hiperplazi gözlenen ve gözlenmeyen taraflardaki koronoid uzunluğu, kondil uzunluğu ve bunların birbirine olan oranı istatistiksel olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Ölçümler sonucunda unilateral MKH görülen tarafta koronoid çıkıntılarının ortalaması 15,72 mm (± 0,40), kondil boyu ortalaması ise 13,23 mm (± 0,51); ortalama koronoid/kondil boyu oranı 1,24 olarak elde edildi. Normal tarafta ise koronoid çıkıntılarının ortalaması 13,75 mm (± 0,33), kondil boyu ortalaması 15,32 mm (± 0,39); koronoid/kondil boyu oranı ise 0,90 olarak elde edildi. Yapılan t testine göre p=0,023 (p<0,05) ile MKH görülen taraf ve görülmeyen taraftaki ortalama koronoid/kondil boyu oranları arasındaki fark anlamlı olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: KIBT MKH değerlendirmeleri için uygundur.
INTRODUCTION: Hyperplasia of Mandibular Coronoid Process (HMCP) is first described by Langenbeck in 1853. Cases are mostly seemed bilateral therefore unilateral ones may exist. Aim of this retrospective study is; to evaluate the vertical measurements statistically of the coronoid and condylar processes in hyperplasia seen and unseen sides in unilateral HMCP cases whose cone beam computed tomography (CBCT) images are taken for different reasons.
METHODS: Unilateral HMCP in 32 of 502 patients whose CBCT images were taken for different reasons is analyzed. In boths hyperplasia forseen and unseen sides of each patient; coronoid length, condyl length and the ratio between them statistically evaluated.
RESULTS: According to measurements, In hyperplasia seen sides of the patients; avarage length of coronoid process was 15,72 mm (± 0,40), avarage length of the condylar process was 13,23 mm (± 0,51) and the ratio between them was calculated 1,24. Avarage length of coronoid process was 13,75 mm (± 0,33), avarage length of the condylar process was 15,32 mm (± 0,39) and coronoid/condylar length ratio was 0,90 in the normal side. According to results of t test; with the value of p= 0,023 (p<0,05) the difference between coronoid/condylar process ratios was significant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: CBCT is available for evaluation of HMCP.

10.Prevalence of the genetic mutations in patients with varicose veins
Meral Ekim, Hasan Ekim
doi: 10.5505/vtd.2017.98700  Pages 254 - 259
GİRİŞ ve AMAÇ: Variköz venöz hastalık psişik, kozmetik, tıbbi ve sosyoekonomik sorunlara yol açan yaygın ve önemli bir hastalıktır. Faktör V Leiden (FVL), protrombin gen mutasyonu (PT G20210A), metilentetrahidrofolat redüktaz (MTHFR) C677T ve MTHFR A1298 mutasyonları venöz tromboz nedenlerini araştırmada kullanılan başlıca trombofilik risk faktörleridir. Bununla birlikte bu mutasyonların variköz venöz hastalıkla ilişkisiyle iligili çalışmalar azdır. Çalışmamızın amacı variköz venleri olan hastalarda bu mutasyonların dağılımının sıklığını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaız variköz venleri olan 55 hastayı kapsamaktadır. Tüm hastalarda FVL, PT G20210A ve MTHFR (C677T, A1298C) mutasyonları araştırıldı. Polimorfizmleri tanımlamak için polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ve amplifikasyon refrakter mutasyon sistemi kullanıldı.
BULGULAR: On yedisi erkek ve 38’i kadın olan hastalarımızın ortalama yaşı 51.08±13.36 yıl idi. Heterozigot PT G20210A polimorfizmi 3 (%5.4) hastamızda tespit edildi. FVL polimorfizmi ise 6 (%10.9) hastada tespit edildi. Heterozigot ve homozigot MTHFR C677T genotipleri sırayla 19 (%36.3) ve 9 (%16.3) hastada tespit edilmiş olup, genel yaygınlığı %52.6’dır. Heterozigot ve homozigot MTHFR A1298C genotipleri ise sırayla 29 (%54.5) ve 6 (%10.9) hastada mevcut olup, toplam yaygınlığı %65.4’dür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, variköz venleri olan hastalarda MTHFR C677T ve MTHFR A1298C mutasyonlarının prevalansının oldukça yüksek olduğunu ve bu mutasyonların variköz venlerin gelişimine bir katkısı olduğunu düşündürmektedir. Bununla birlikte, bulgularımız daha ileri çalışmalarla desteklenmelidir.
INTRODUCTION: Varicose venous disease is an important disease causing psychiatric, cosmetic, medical and socio-economic problems. Factor V Leiden (FVL), Prothrombin gene mutation (PT G20210A) and methylenetetrahydrofolate reductase (MTHFR) C677T and A1298C mutations are the main thrombophilic risk factors used to investigate the causes of thrombosis. However, there are few studies on the relationship between varicose venous disease and these thrombophilic risk factors. The aim of our study is to investigate the distribution frequencies of these mutations in patients with varicose veins.
METHODS: This study included 55 patients with varicose veins. The mutations including FVL, PT G20210A and MTHFR (C677T, A1298C) were investigated in all patients. Polymerase chain reaction (PCR) and the amplification refractory mutation system were used to identify the polymorphisms in the blood of the patients.
RESULTS: There were 17 men and 38 women with an average age of 51.08 ± 13.35 years. The heterozygous PT G20210 polymorphism was observed in 3(5.4%) patients. The FVL polymorphism was found in 6 (10.9%) patients. The heterozygous and homozygous MTHFR C677T genotypes were detected in 19 (36.3%) and 9 (16.3%) patients, respectively, giving an overall prevalence of 52.6%. The heterozygous and homozygous MTHFR A1298C genotypes were identified in 29 (54.5%) and 6 (10.9%) patients, respectively, revealing an overall prevalence of 65.4%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study showed that the prevalence of MTHFR C677T and MTHFR A1298C mutations is quite high in patients with varicose veins, suggesting a contributory role of these mutations in the development of varicose veins. However, our findings should be supported by further studies.

11.Laboratory? or Fertility? in Ectopic Pregnancy Management
Gülhan Güneş Elçi, Erkan Elçi, Numan Çim, Recep Yıldızhan
doi: 10.5505/vtd.2017.94547  Pages 260 - 266
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı kliniğimizde son üç yılda ektopik gebelik tanısı ile tedavi edilen hastaların tanı ve tedavi yaklaşımlarının irdelenerek tedavi başarı oranlarımızın belirlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haziran 2013- Kasım 2016 tarihleri arasında ektopik gebelik nedeniyle tedavi edilen 140 hastadan bilgilerine ulaşıla bilinen 111 hastalanın yaşları, gravidaları, yaşayan çocuk sayısı, önceki gebeliği, korunma yöntemi, pelvik cerrahi geçirip geçirmediği,hemodinamik olarak stabilliği, başlangıç β-hCG düzeyleri, batında serbest sıvı bulunup bulunmaması, adnexlerde ultrasonografi bulgu olup olmadığı, kaçının bekle-gör, kaçının Methotrexate (MTX) ve kaçının cerrahi olarak tedavi edildiği retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 29±5,6, önceki gebelikleri abortus%12,6 (n=14), sezaryen %12,6 (n=14), normal vajinal doğum %39,6 (n=44), opere ektopik cerrahisi sonrası %3,6 (n=4) ve hastaların %17,1 (n=19) geçirilmiş pelvik cerrahisi vardı. İlk başvuruda hastaların %21,6 (n=24) hipovolemik bulguları mevcut olup %78,4 (n=87) hemodinamisi stabil ve rüptür bulguları yoktu. Bu hastaların ilk yaklaşımlarında %23,4 (26) sadece izlenirken (Bekle-Gör), %55 (n=61) hastaya medikal tedavi, %21,6 (n=24) cerrahi uygulandı. Sadece izlenirken (Bekle-Gör) hastalarda başarı oranı %77, Tek doz Methotrexate tedavisinin başari oranı %64 bulundu. Methotrexate tedavisi alan 2 hastaya 2.doz Methotrexate (MTX) ila başarı elde edilemeyince cerrahi yapıldı. Cerrahi olarak müdahale edilen 52 hastalanın %75 (n=39) salpenjektomi, %19,2 (n=10) salpingostomi, %2 (n=1) salpingotomi ve %3,8 (n=2) overyal wedge rezeksiyon yapıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Rüptür bulguları olmayan, genel durumu stabil hastalarda metotreksat ve bekle-gör tedavisi ilk seçenek olarak önerilebilir. Cerrahi operasyonu genelde, genel durumu ve hastaların fertiliteleri düşünülerek organ koruyucu cerrahi ön plana çıkartılmalıdır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to evaluate diagnostic and treatment modalities with our treatment success rates of patients treated due to ectopic pregnancy
METHODS: 111 patients of 140 patients treated due to ectopic pregnancy whose information could be accessed were evaluated considering; age, gravidity, contraceptive method, history of pelvic surgery, hemodinamically stability, first β-hCG values, presence of free abdominal fluid, ultrasonographic findings suggesting adnexal masses, the number of treatment approaches as wait and see, Methotrexate and surgery in time period between June2013-December2016
RESULTS: Mean age of the patients was 29-5,6, previous pregnancies with abortion 12,6%, cesarean 39,6%, normal vaginal delivery 3,6%, previous surgery due to ectopic pregnancy 17,1%. 21,6% of the patients were with hypovolemic findings and 78,4% of the patients were hemodynamically stable without rupture findings in the first attendance. In initial management, 23,4% of the patients had wait and see treatment, 55% (n=61) of the patients had medical treatment, 21,6% (n=24) of them had surgery. Success rate was 77% in the patients treated with wait and see and 64% was in the patients treated with single dose Methotrexate. Surgery was performed to two patients with failed two dose of Methotrexate treatment. 75% salpingectomy19,2%, salpingostomy 2%, salpingotomy and 3,8%, ovarian wedge resection was performed to 52 patients with surgical treatment.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Methotrexate and wait and see treatment modalities can be offered as the first choise to the patients without rupture findings, and stable conditions. In surgical treatment, fertility preserving surgeries should be the first choise considering vital findings and fertility desire.

12.Oxidative Stress Levels of Serum and Urine in Enuresis
Hüseyin Kurku, Mustafa Soran
doi: 10.5505/vtd.2017.70893  Pages 267 - 271
GİRİŞ ve AMAÇ: Enürezis, çocuğun benlik saygısını, yaşam kalitesini etkileyen, çocukluk çağının en sık karşılaşılan psikososyal sorunlarından biridir. Bu çalışmada serum ve idrar oksidatif stres düzeyi beraber değerlendirilerek, primer enürezisde sistemik ve lokal oksidan-antioksidan dengenin birlikte değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya primer enürezis tanısı konan, 36 komplike nokturnal enürezis (Komplike NE), 35 basit nokturnal enürezis (Basit NE) ve 35 sağlam kontrol grubu olmak üzere 8-18 yaş aralığında toplam 106 kişi alındı. Tüm katılımcıların serum ve idrar Total Oxidant Status (TOS) ve Total Antioksidant Status (TAS) düzeyleri ve idrar örneklerinden kreatinin düzeyi çalışıldı. Tüm örneklerde oksidatif stres indeksi (OSI) ve idrar örneklerinde TOS/kre, TAS/kre değerleri hesaplandı.
BULGULAR: İdrar TOS/kre sonuçlarında Komplike NE (2.459±2.441) ve Basit NE (1.982±1.402) gruplarının değerleri, kontrol (1.251±0.916) grubundan istatistiksel olarak anlamlı yüksek çıkmıştır (p=0.019). İdrar OSI sonuçları karşılaştırıldığında; Komplike NE (0.196±0.153) ve Basit NE (0.192±0.192) idrar OSI değerleri kontrol grubundan (0.123±0.155) istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulunmuştur (p=0.04).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada enüretiklerde serum oksidatif stres düzeyi değişmeden idrar oksidatif stres düzeyini artmış bulmamız bize, enürezisde mesaneye ait lokal faktörlerin daha önemli olduğunu düşündürmekte ve mesane problemlerinin ileride daha fazla soruna zemin hazırlayabileceğini söyleyebiliriz. Bu nedenle enürezisde destek tedavisine çok daha erken başlanması ve daha etkili yeni tedavi yöntemleri geliştirilmesi gerektiğine inanmaktayız.
INTRODUCTION: Enuresis is one of the most frequent psycho-social problems affecting self-esteem and life quality of child in childhood period. In this study, it was aimed to evaluate both systemic and local oxidant-antioxidant balance in primary enuresis by assessing oxidative stress level of serum and urine together.
METHODS: A total of 106 individuals (36 patients with polysymptomatic nocturnal enuresis (polyNE), 35 patients with monosymptomatic nocturnal enuresis (monoNE), and 35 healthy controls), who were aged between 8-18 years and diagnosed with primary enuresis, were included in the study. Serum and urine Total Oxidant Status (TOS) and Total Antioxidant Status (TAS) levels and creatinine levels from urine samples of all participants were studied. Oxidative stress index (OSI) in all samples and TOS/cre and TAS/cre values in urine samples were calculated.
RESULTS: In urine TOS/cre results, values of polyNE (2.459±2.441) and monoNE (1.982±1.402) groups were higher than control (1.251±0.916) group(p=0.019)in a statistically significant manner. When urine OSI results were compared; it was found that polyNE (0.196±0.153) and monoNE (0.192±0.192) urine OSI values were higher than control group (0.123±0.155)(p=0.04 )in a statistically significant manner.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, we found that urinary oxidative stress level increased without any change in the serum oxidative stress level in enuretics which makes us think that local factors related to bladder in enuresis are more important and we can assert that bladder problems may trigger more problems in the future. Therefore, we believe that supportive treatment in enuresis should be started much sooner and more effective new treatment methods should be developed.

13.Retrospective Analysis of Advanced Maternal Age Pregnancies in Erzincan
Mehmet Kulhan, Nur Gözde Kulhan, Ümit Arslan Naykı, Cenk Naykı, Paşa Uluğ, Nahit Ata
doi: 10.5505/vtd.2017.83007  Pages 272 - 278
GİRİŞ ve AMAÇ: 35 yaş üzeri gebelerin gebelik sonuçlarını ve komplikasyonların analizini yapmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2015 yılları arasında doğum yapan 35 yaş ve üzeri ve 20-34 yaş arası gebelerin prenatal muayene ve doğum dosyaları retrospektif incelendi.
BULGULAR: Çalışmamızda yer alan ileri maternal yaş grubu hastaların yaş ortalaması 40,7±2.42, reprodüktif çağdaki kontrol grubundaki hastaların yaş ortalaması ise 26,69 ± 4.13 olarak bulundu. Her iki grupta da gebelik sırasında alkol kullanma öyküsü yoktu fakat ileri maternal yaş grubunda % 2,19, kontrol grubunda ise % 26,47 oranında sigara kullanımı mevcuttu. Hastanemizde doğum yapan ileri maternal yaş gebelerde düzenli prenatal takip oranı % 90.1 saptanırken, 20-34 yaş kontrol grubunda % 80,39 olarak bulundu. Hastalar obstetrik komplikasyonlar açısından değerlendirildiğinde ileri maternal yaş grubunda %9.89 oranında preterm doğum, % 5.49 oranında erken membran rüptürü, %7.69 oranında oligohidramniyoz, % 2.19 oranında polihidramniyoz izlendi. Aynı parametreler kontrol grubunda preterm doğum için %16,6, erken mebran rüptürü için %29.4, oligohidramniyoz için %13.7 ve polihidramniyoz için ise % 3.92 oranında görüldü. Gruplar yenidoğan yoğun bakım ihtiyacı, bebekte doğum travması ve İUGR açısından değerlendirildiğinde gruplar arasında anlamlı bir fark olmadığı görüldü. İleri maternal yaş grubunda toplam 3 hastada (%3.29) fetal anomali (Down sendromu) izlenirken kontrol grubunda fetal anomaliye rastlanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İleri anne yaşı, sağlıklı kadınlarda bile preeklampsi ve gestasyonel diyabet için bir risk faktörüdür.Sosyoekonomik düzeyi düşük olan ve kırsal kesimde yaşayan gebelerin ağırlıklı olarak başvurduğu hastanelerde, maternal komplikasyonları önlemek için yaşlı gebelere özellikle düzenli antenatal bakım hizmeti verilmelidir.
INTRODUCTION: To evaluate the results and complications of pregnancy of mothers giving birth over 35 years of age.
METHODS: Prenatal examinations and birth files of pregnant women age 20-34 and 35 years and older who gave birth between 2010-2015 were analyzed retrospectively.
RESULTS: Average age of advanced maternal age group pregnant women were found to be 40,7±2.42 years (over 35 year-olds), whereas average age of the pregnant women at reproductive phase were deter¬mined as 26,69 ± 4.13 years (20-34 year-olds). Both groups did not have a history of alcohol during pregnancy but In advanced maternal group, 2.19 % smoking cases were revealed, whereas the number was 26.47 % for reproductive age group. Regular prenatal care rate of advanced age pregnancy was detected in 90.1 %, it was found to be 80.39 % in the 20-34 age group. Patients were evaluated for obstetric complications; The rate of preterm birth was 9.89 %, premature rupture of membranes rates was 5.49 %, oligohydramnios rates was 7.69 %, polyhydramnios was 2.19%. The same parameters in the control group were 16.6% for preterm labor, 29.4% for premature rupture of membranes, 13.7% for oligohydramnios and 3.92% for polyhydramnios. Patients were evaluated for need of neonatal intensive care, trauma and intrauterine growth retardation there was not a significant difference between the groups. 3 patients in advanced maternal age group (3.29%) had fetal abnormalities (Down syndrome) but the control group did not show any abnormality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Regular antenatal care should be provided especially for older pregnancies to prevent maternal complications.

14.Evaluation of the prick test results of patients with allergic rhinitis in Van province
Mehmet Hafit Gür, Sinan Uluyol, Saffet Kılıçaslan, Nermin Erdaş Karakaya, Mehmet Zeki Erdem, Faruk Altun
doi: 10.5505/vtd.2017.46220  Pages 279 - 282
GİRİŞ ve AMAÇ: Van ilinde, alerjik rinit semptomları ile polikliniğimize başvuran hastalarda prik test ile saptanan alerjenlerin dağılımını tespit etmek ve alerjik hastalardaki yaş, cinsiyet dağılımı ve sigara kullanım oranlarını saptamak, ayrıca bölgenin alerji haritasının oluşturulmasına yönelik çalışmalara katkıda bulunmak için bu çalışmayı yapmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Van bölgesinde Mayıs 2014 - Aralık 2015 tarihleri arasında prik test sonucuna göre en az bir alerjene karşı duyarlı olan 220 hasta çalışmaya alındı.
BULGULAR: Prik test pozitif olan 220 hastanın %59.1'i (n=130) erkek, %40.9'si (n=90) kadındı. Erkek ve kadın oranı 3: 2 olarak saptandı. Sigara içimi kadınlarda %31.1 (n=28), erkeklerde ise %40.7 (n=53) oranlarında tespit edildi. Yapılan prik test sonucunda duyarlılık; Çayır çimen %20 (n=44), Karışık otlar %16.3 (n=36), Ev akarı %13.6 (n=30), Çiçek karışımı %10 (n=22), Yumurta sarısı %9.1 (n=20), Kedi %8.2 (n=18), Aspergillus %7.3 (n=16), Fıstık %7.3 (n=16), Domates % 1.8 (n= 4), Badem %1.8 (n=4), Alternaria %1.8 (n=4), Clasdioporum %1.3 (n=3), Yumurta beyazı %1.3 (n= 3) oranında saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Van ilinde prik test sonucunda erkek oranının daha fazla, sigara içim oranının da ortalama %30-40 arasında olduğu bulundu. En sık duyarlılığın çayır çimen, ikinci sıklıkta karışık otlara ve üçüncü olarak ev akarlarına karşı olduğu tespit edildi. Ayrıca besinsel alerjenlerin (yumurta sarısı, fıstık, domates, badem, yumurta beyazı) toplamda %21’lik sıklıkla Van bölgesindeki önemli alerjen faktörler arasında yer aldığı saptandı. Van bölgesinde iklim, bitki örtüsü ve çevre şartları farklı olmasına rağmen bitkisel alerjenler ve akarların en sık olarak saptanması literatürdeki diğer çalışmaların sonuçlarıyla paralel niteliktedir.
INTRODUCTION: This study was carried out to detect allergen distribution of the patients admitted with allergic rhinitis symptoms and to determine the age, gender distribution and smoking rates in allergic patients, and to contribute to compose an allergy map in Van region.
METHODS: 220 patients allergic to at least one allergen according to prick test results were included between May 2014- December 2015.
RESULTS: 59.1% (n=130) of 220 patients were male and 40.9% (n=90) were female. Male/female ratio was 3: 2. Prevalence of smokers were 31.1% (n=28) among females and 40.7% (n=53) among males. According to prick test results; sensitivity to meadow was 20% (n=44), to mixed herbs 16.3% (n=36), to mites 13.6% (n=30), to flower mixture 10% (n=22), to egg yolk 9.1% (n=20), to cat 8.2% (n=18), to Aspergillus 7.3% (n=16), to peanut 7.3% (n=16), to tomato 1.8% (n= 4), to almond 1.8% (n=4), to Alternaria 1.8% (n=4), to Clasdioporum 1.3% (n=3), to egg white 1.3% (n= 3).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Among 220 patients according to prick test, male predominance was detected and smoking prevalence was between 30% - 40%. In our study, the most common susceptibility was detected against meadow, secondly against mixed herbs and thirdly against house mites. Also, nutritional allergens (egg yolk, peanut, tomato, almond and egg white) were important factors with 21% frequency in Van region. Determination of herbal allergens and mites on the first ranks, although different climate and environmental status of Van, was parallel to the other studies in the literature.

15.Nasal carriage of S.aureus in children with allergic rhinitis
Fatih Dilek, Ayşe Nur Ceylan, Emin Özkaya, Bilge Sümbül Gültepe, Mebrure Yazıcı
doi: 10.5505/vtd.2017.26928  Pages 283 - 286
GİRİŞ ve AMAÇ: GİRİŞ ve AMAÇ: Allerjik rinit, Ig E aracılı burun mukozasının inflamasyonudur. S.aureus, sağlıklı kişilerin burun florasında kolonizer olarak bulunabilir. Çalışmamızda topikal mometazon furoat (MF) kullanan alerjik rinit hastalarında nazal S.aureus taşıyıcılığının değişip değişmediğini gözlemlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza daha önce hiç ilaç kullanmamış alerjik rinit tanılı 44 hasta, en az 6 ay MF kullanmış 45 alerjik rinit hastası ve kontrol grubu olarak 27 sağlıklı çocuk alındı. Tüm gönüllüler stuart transport svabıyla nazal örnek verdi, örnekler agarda 24-48 saat inkübe edildi. Kolonilerin identifikasyonu konvansiyonel yöntemler ve VITEK®2 Compact yoluyla yapıldı.
BULGULAR: BULGULAR: Nazal S.aureus taşıyıcılığı yeni tanı almış alerjik rinit vakalarında, en az 6 ay MF kullanan hastalarda ve sağlıklı kontrol grubunda sırasıyla %40,9, %48,9 ve %11,1 olarak tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: TARTIŞMA ve SONUÇ: Alerjik rinit hastası olmanın nazal S.aureus taşıyıcılığını önemli olaranda artırdığı, fakat nazal MF'nin bu taşıyıcılığı artırmadığı muhtemeldir.
INTRODUCTION: INTRODUCTION: Allergic rhinitis is an Ig E mediated mucosal inflammation of the nasal mucosa. S.aureus may be identified as a coloniser of the nasal flora of heathy individuals. In this study, we aimed to evaluate the effect of topical mometazon furoat (MF) usage on nasal S.aureus carriage among patients with allergic rhinitis.
METHODS: METHODS: Our study included 44 newly diagnosed allegic rhinitis patients never used drugs previously, 45 patients whom have been using MF minimum of six months and 27 healthy children as control group. All volunteers' gave nasal samples via Stuart transport swab and samples cultured and incubated to agar for 24 to 48 hours. Identification of the colonies performed via conventional methods and VITEK®2 Compact.
RESULTS: RESULTS: The percentages of positive S.aureus nazal culture detected 40.9, 48.9 and 11.1 for newly diagnosed allegic rhinitis cases, patients using MF minimum of six months and healthy control group, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: DISCUSSION AND CONCLUSION: The allergic rhinitis seems to increase nasal S.aureus colonisation significantly, but nasal MF don't increase the possibility of this colonisation.

16.Prevalence of thrombophilic mutations in male patients with peripheral arterial disease
Meral Ekim, Hasan Ekim
doi: 10.5505/vtd.2017.22932  Pages 287 - 292
GİRİŞ ve AMAÇ: Faktör V Leiden (FVL), protrombin gen mutasyonu (PT G20210A) ve metilentetrahidrofolat redüktaz (MTHFR) C677T polimorfizmleri venöz tromboz gelişmesinde risk faktörleri olarak bilinmektedir. Bununla birlikte, bu polimorfizmlerin periferik arter hastalığı (PAH) ile olan ilişkileri henüz tartışmalı olup, sadece PT G20210A polimorfizminin PAH için bir risk faktörü olabileceği düşünülmektedir. Çalışmamızın amacı PAH olan erkek hastalarda bu polimorfizmlerin sıklıklarını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza PAH olan 30 erkek hasta kabul edildi. Hastalarda tanı fizik muayene ve arteriyel Doppler ultrasonografik incelemeyle kondu. Tüm hastalarda FVL, PT G20210A ve MTHFR (C677T, A1298C) polimorfizmleri araştırıldı. Polimorfizmleri tanımlamak için polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ve amplifikasyon refrakter mutasyon sistemi kullanıldı.
BULGULAR: Hastalarımızın yaşları ise 36-87 arasında değişmekte ve ortalama yaş ise 65.2±11.2 yıl idi. Homozigot FVL ve homozigot PT G20210A mutasyonları da hiçbir hastamızda tespit edilmedi. Heterozigot FVL polimorfizmi 4 olguda (%13.3), heterozigot PT G20210A polimorfizmi ise 5 olguda (%16.6) gözlendi. Homozigot ve heterozigot MTHFR C677T polimorfizmleri ise sırayla 5 (%16.6) ve 15 (%50) olguda tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız özellikle sigara içenlerde PT G20210 alelinin PAH için trombotik bir risk faktörü olarak göz önüne alınması gerektiği görüşünü desteklemektedir. Ancak, bulgularımız geniş kapsamlı çalışmalarla desteklenmelidir.
INTRODUCTION: Factor V Leiden (FVL), Prothrombin gene mutation (PT G20210A) and methylenetetrahydrofolate reductase (MTHFR) C677T mutations have been known as thrombophilic risk factors for the development of venous thrombosis. However, the association between these polymorphisms and peripheral arterial disease (PAD) has been yet controversial and only PT G20210A polymorphism has been suggested as a risk factor for PAD. This study was aimed to investigate the distribution frequencies of these polymorphisms in male patients with PAD.
METHODS: A total of 30 male patients with PAD were included in the study. Patients were diagnosed by means of physical examination and Doppler ultrasonography. The mutations including FVL, PT G20210A and MTHFR (C677T, A1298C) were investigated in all patients. Polymerase chain reaction (PCR) and the amplification refractory mutation system were used to identify the polymorphisms in the blood of the patients
RESULTS: The ages of the patients ranged from 36 to 87 years and the mean age was 65.2 ± 11.2 years. There were no homozygous carriers for either FVL or PT G20210A polymorphisms. The heterozygous FVL and heterozygous PT G20210 polymorphisms were observed in 4(13.3%) and 5(16.6%) patients, respectively. The homozygous and heterozygous MTHFR C677T polymorphisms were found in 5 (16.6%) and 15 (50%) patients, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study supported the opinion that PT G20210A allele should be taken into account as a thrombotic risk factor for PAD, especially in smokers. However, our findings should be supported by detailed studies.

17.Comparison of Radiological and Surgical Findings in Patients with Chronic suppurative Otitis Media
Nazim Bozan, Burcu Fidan, Özlem Tiren, Ayşe Arslan, Pınar Kundi, Hüseyin Özkan, Abdurrahman Ayral, Semra Ağırbaş, Harun Arslan, Abdussamet Batur, Mahfuz Turan, Ahmet Faruk Kıroğlu
doi: 10.5505/vtd.2017.39205  Pages 293 - 297
GİRİŞ ve AMAÇ: Kronik süpüratif otitis media (KSOM) tanısı alan ve ameliyat olmuş ve rutin temporal kemik tomografisine tabi tutulan hastaların verilerini retrospektif olarak tarayarak, KSOM cerrahisi öncesi rutin bilgisayarlı tomografi (BT) taramalarının etkinliğini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kronik süpüratif otitis media tanısı konulan ve opere edilen 42 hastanın intraoperatif bulguları ve preoperatif temporal BT bulguları retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Operasyon sırasında hastaların 23’ünde (%54,76) kolesteatom gözlendi. Preoperatif BT ile bu hastaların 21’inde kolesteatom varlığı doğru tahmin edildi. Kolesteatom saptamada BT; %91,30 (güvenlik aralığı: %71,96-%98,93) duyarlılık ve %78,95 (güvenlik aralığı: %54,43-%93,95) özgüllük oranına sahipti. İntraoperatif ossiküler zincir hasarı 32 (%76,19) hastada gözlendi ve bu hastaların 27’sinde BT ile preoperatif dönemde kemikçik hasarı tespit edilmişti. Kemikçik hasarını tespit etmede BT; %84,38 (güvenlik aralığı: %67,21-%98,93) duyarlılık ve %80 (güvenlik aralığı: %44,39-%97,48) özgüllük oranına sahip olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda, preoperatif dönemde çekilen BT’nin cerrahi tedavi karar sürecinde ve cerrahi sırasında yardımcı olabilecek kıymetli bilgiler verdiğini ve bu nedenle KSOM hastalarında BT’nin rutin olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: To retrospectively evaluate the data of patients with chronic suppurative otitis media (CSOM) who were operated and who also had routine preoperative temporal bone computed tomography (CT) inorder to determine the role of preoperative CT in CSOM surgery.
METHODS: Preoperative CT results and intraoperative data of 42 patients with chronic suppurative otitis media were retrospectively evaluated.
RESULTS: Cholesteatoma was determined in 23 cases (54.76%) during operation and in 21 of those cases cholesteatoma presence was reported in preoperative CT evaluations. CT evaluation had a 91.30% (confidence interval (CI): 71.96%-98.93%) sensitivity and 78.95% (CI: 54.43%-93.95%) specificity regarding determination of cholesteatoma. Intraoperative ossicular chain destruction was reported in 32 (76.19%) patients and in 27 of them, CT reported ossicular chain destruction. CT evaluation had a 84.38% (CI: 67.21%-98.93%) sensitivity and 80% (CI: 44.39%-97.48%) specificity regarding determination of ossicular chain destruction.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We believe that, preoperative CT provides important data in surgical management of CSOM and for that reason all patients should be evaluated with CT in preoperative period.

18.Protective Effect of Quercetin against Lower Extremity Ischaemia-Reperfusion Damage in Rats and investigation of TAS-TOS levels
Turan Akkoyun, Mahire Bayramoğlu Akkoyun, Aydın Şükrü Bengü, Sevinç Aydın, Tuğçe Atçalı, M.ceyhun Birinci, Halit Demir, Okan Arıhan
doi: 10.5505/vtd.2017.04696  Pages 298 - 302
GİRİŞ ve AMAÇ: Alt ekstremite iskemi reperfüzyon (I/R) hasarını önlemede Quercetin'in koruyucu etkisinin belirlenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada 30 adet 250-350 gr ağırlığında Sprague- Dawley cinsi erkek sıçanlar üç gruba ayrıldı. Birinci gruptaki sıçanlara iskemi-reperfüzyon işlemi yapılmaksızın anestezi işlemi, ikinci gruptaki sıçanların sol alt ekstremitelerine turnike yardımıyla 2 saat iskemi, 2 saat reperfüzyon, üçüncü gruba ise iskemi başlatılmadan 45 dk. önce 50 mg/kg (ip) quercetin uygulamasının ardından 2 saat iskemi, 2 saat reperfüzyon uygulaması yapıldı. Süre sonunda sıçanlardan doku örnekleri alınarak,total antioksidan kapasite (TAS) ve total oksidan statüsü (TOS) düzeyleri değerlendirildi.
BULGULAR: TAS değerlendirildiğinde; I/R grubunda kontrol grubuna oranla meydana gelen azalışın (p˂0.001) anlamlı, kontrol grubuna oranla I/R+Q grubundaki azalışın (p˂0.05), yine I/R grubuna oranla, I/R+Q grubunda meydana gelen artışın (p˂0.001) istatistiksel olarak anlamlı olduğu belirlendi. TOS miktarları değerlendirildiğinde I/R grubunda kontrol grubuna oranla meydana gelen artışın (p˂0.001), kontrol grubuna oranla I/R+Q grubundaki artışın (p˂0.05), I/R grubuna oranla, I/R+Q grubunda meydana gelen azalışın (p˂0.001) istatistiksel olarak anlamlı olduğu belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sıçanlarda deneysel Alt Ekstremite İskemi- Reperfüzyon Hasarında Quercetinin koruyucu etkisi olduğu ve meydana gelen hasarı azalttığı belirlendi.
INTRODUCTION: It was aimed to determine the protective effectiveness of quercetin in preventing lower extremity ischemia-reperfusion (I/R) injury.
METHODS: 30 Sprague-Dawley male rats weighing 250-350 g were divided into three groups. Anaesthesia was applied to the first group of rats without ischemia-reperfusion process. To the second group two hours of ischemia and two hours of reperfusion, with the help of left lower extremities tourniquet, were applied. To the third group, 50mg/kg (ip) quercetin application was performed 45 minutes before the ischemia was initiated, two hours of ischemia and two hours of reperfusion application were carried out. At the end of the process, by taking the tissue samples, total antioxidant status (TAS) and total oxidant status (TOS) levels were evaluated.
RESULTS: When TAS was evaluated, it was determined that the decrease (p˂0.001) occurring in I/R group in comparison with the control group was significant, the decrease (p˂0.05) in I/R+Q group in comparison with control group, and again the increase (p˂0.001) in I/R+Q group in comparison with I/R group was also significant. When the TOS amounts were evaluated, it was determined that the increase (p˂0.001) occurring in I/R group in comparison with control group, the increase in I/R+Q group in comparison with control group (p˂0.05), the decrease in I/R+Q group in comparison with I/R group was statistically significant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It has been determined that quercetin has protective effect and decrease the injury occurred in experimental Lower Extremity Ischemia- Reperfusion Injury in Rats.

19.Evaluation of knowledge levels of primary education about child neglect and abuse
Yasin yıldız, Murat Kaçar, Eda Albayrak, Tuğba Çalaboğlu, Semiha Çakmak, Tuğba Bayraktar
doi: 10.5505/vtd.2017.99609  Pages 303 - 309
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocuk ihmali; bir çocuğun sağlık, eğitim, beslenme, barınma, duygusal gelişim gibi farklı alanlardaki gereksinimlerinin sağlanmasında oluşan yetersizlik durumudur. İstismar ise çocuklara bakıp gözetmek ve eğitmekle görevli olan kişiler ya da yabancılar tarafından, beden ve/veya psikolojik sağlıklarına zarar verecek, sosyal gelişimlerini engelleyecek biçimde uygulanan tüm fiziksel, duygusal ya da cinsel tutumları olarak tanımlanmaktadır. Bu çalışmada amacımız; çocukların ailesinden sonra en fazla birlikte zaman geçirdikleri öğretmenlerin çocuk istismarı ve ihmali açısından farkındalıklarını ve bilgi düzeylerini artırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız 129 öğretmenin katılımı ile gerçekleştirilmiştir. Öğretmenlerden imzalı onay alındıktan sonra anket uygulanmış sonrasında çocuk ihmali ve istismarı hakkında bilgilendirme yapılmış ve eğitim sonrası anket tekrarlanmıştır. Sorulara verilen yanıtlar 1-4 arasında puanlandırılmış (1-Katılmıyorum 2-Genel olarak katılmıyorum 3-Genel olarak katılıyorum 4- Kesinlikle Katılıyorum) toplam puanlar eğitim öncesi ve sonrası olarak karşılaştırılmıştır (olumsuz yanıtlı cevaplarda puanlama tersten hesaplanmıştır).
BULGULAR: Çalışmamıza katılan 129 öğretmenin 70’i erkek 59’u bayan olup yaş ortalaması 32,6±7,9 (22-64) yıl olarak bulunmuş, mesleki tecrübelerine bakıldığında ortalama 8,2±7,4 (1-37) yıldır öğretmenlik yaptıkları gözlenmiştir. Anket sorularında başarı oranlarını belirlemek amacıyla; sorular 1-4 puan ile derecelendirilmiş ve 20 soru için maksimum 80 puan olarak belirlenmiştir. 129 katılımcıdan alınan anketin sonuçları değerlendirildiğinde; eğitim öncesi ortalama puan 58,4± 4,9 (48-69) iken eğitim sonrasında ortalama puan 65,9± 6,4 (50-80) ve istatistik olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Öğretmenler, çocuk istismar ve ihmali durumlarında çocuğa uygun yaklaşım ve tutumlar konusunda ve yasal sorumluluk veya zorunluluklar konularında bilinçlendirilmelidir. Öğretmenlere bu konu ile ilgili düzenli olarak seminer, sempozyum ve konferanslar düzenlenmelidir. Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik öğretmenlerinin okullarda daha aktif ve etkin çalışmaları sağlanmalıdır. Çocuklar için cinsel eğitimin önemi vurgulanmalı ve okul müfredat programları içine yerleştirilmelidir. Okullarda verilecek cinsel eğitim programları; sağlıklı cinsel gelişim bilgisi vermeyi ve çocukların kendilerini cinsel istismardan koruma yollarını öğretmeyi hedefleyen nitelik ve içerikte olmalıdır.
INTRODUCTION: Child neglect refers to deficiencies in meeting a child’s needs in various areas, such as health, education, nutrition, accommodation and emotional development. Abuse, on the other hand, is defined as all physical, emotional or sexual attitudes on the part of individuals charged with caring for and educating the child, or of strangers, in such a way as to damage the child’s physical and/or psychological health or obstruct social development. Our purpose in this study was to increase levels of awareness and information in terms of child abuse and neglect among teachers, with whom children spend most of their time, after their families.
METHODS: Our study was performed with 129 participants. Following receipt of written consent, teachers were administered a questionnaire and then received information concerning child abuse and neglect. The questionnaire was re-administered after this training. Responses to the questions were scored between 1 and 4 (1- I disagree, 2- I generally disagree, 3- I generally agree, 4- I strongly agree). Pre- and post-education scores were then compared (scoring was reversed in negatively keyed responses).
RESULTS: The 129 teachers enrolled consisted of 70 men and 59 women, with a mean age of 32.6±7.9 (22-64) years and a mean professional experience of8.2±7.4 (1-37) years. In order to determine success rates in the questionnaire, questions were scored from 1 to 4. The maximum possible score from the 20 questions was 80. The mean pre-education score of the 129 participants was58.4±4.9 (48-69), while the mean post-education score was65.9±6.4 (50-80), the difference being statistically significant(p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Teachers must be made aware of the correct approach to be adopted toward children in the event of child neglect and abuse and of their legal obligations or responsibilities. Regular seminars, symposia and conferences must be organized for teachers on this subject. Teachers providing psychological counseling and guidance must be enabled to work more actively and effectively in schools. The importance of sexual education for children must be emphasized, and it must be included in the school curriculum. Sex education programs given in schools must provide information about healthy sexual development and teach children how to protect themselves against sexual abuse.

20.Histopathological evaluation of oral cavity lesions
Hatice Nur Azaklı, Metin Yıldırım, Şeyda Belli, Funda Kaya Emre
doi: 10.5505/vtd.2017.28291  Pages 310 - 315
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, oral kavite lezyonu ile başvuran, histopatolojik inceleme yapılan hastaları retrospektif olarak inceleyerek, sonuçları literatüre göre yorumladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2008-Ocak 2016 tarihleri arasında İstanbul Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Dermatoloji ve Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Kliniğine başvuran ve histopatolojik inceleme yapılan 662 hastanın kayıtları retrospektif olarak incelendi. Hastalar yaş, lezyonların lokalizasyonu, lezyonların görülme sıklığı, benign, premalign ve malign lezyon sıklığı kriterleri üzerinden değerlendirildi.
BULGULAR: En sık lezyon alt dudak yerleşimli idi (292 hasta, % 44,1). En sık görülen ilk üç lezyon benign idi [İritasyon fibromu (120 hasta, %18,12), mukosel (98 hasta, %14,8), piyojenik granülom (67hasta, % 10,12)]. Skuamöz hücreli karsinom en sık görülen malign tümördü. En sık alt dudak (43 hasta, %6,49), daha sonra dil (9, %1,35) yerleşimli idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Oral kavite lezyonları sıklıkla benigndir. Ancak hastalarda malign ve premalign lezyonlar da azımsanmayacak orandadır. Bu nedenle, histopatolojik inceleme yapılması erken tanıyı sağlayarak, hastaların tedavi planlanmasında ve prognozunda önemli bir rol oynamaktadır.
INTRODUCTION: In this study, we retrospectively reviewed the patients who underwent histopathological examination with oral cavity lesion and interpreted the results according to the literature.
METHODS: The records of 662 patients who applied to Dermatology and Otorhinolaryngology Clinic at İstanbul Bağcılar Training and Research Hospital between January 2008 and January 2016 were reviewed retrospectively. Patients were evaluated according to age, location of lesions, frequency of lesions, benign, premalign, and malign lesion frequency.
RESULTS: The most common lesion was the lower lip (292). The first three most common lesions were benign [Irritable fibroma (120 patient, 18,12%), mucocele (98 patient, 14,8%), pyogenic granuloma (67 patient, 10,12%)]. Squamous cell carcinoma is the most common malignant tumor. The most common was the lower lip (43, patient, 6,49%), followed by the tongue (9 patient, 1,35%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Oral cavity lesions are often benign. However, in patients with malignant and premalignant lesions rate it can not be underestimated. Therefore, histopathologic examination plays an important role in the planning and prognosis of patients by providing early diagnosis.

21.Adenotonsiller Hipertrofi Olan Çocuklarda Adenotonsillektominin N-Terminal Pro-Beyin Natriüretik Peptid (NT-ProBNP) Düzeylerine Etkileri
Metin Çeliker, Özgür Yörük, Haşim Olgun, Sezgin Kurt
doi: 10.5505/vtd.2017.62207  Pages 316 - 321
GİRİŞ ve AMAÇ: Adenotonsiller hipertrofi (ATH), obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) için en sık nedenidir ve adenotonsillektomi tedavide kullanılır. OSAS’lı çocuklar kardiyovasküler komplikasyonlar yaşarlar. N-terminal pro-beyin natriüretik peptid (NT-proBNP), kardiyovasküler hastalıklar için kullanılan kritik belirteçlerden biridir. Bu çalışmada ATH'li hastalarda adenotonsillektominin NT-proBNP düzeyleri üzerine etkilerini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Uyku sırasında horlama, ağız solunumu ve nefes darlığı şikayetleri ile başvuran ATH'li çocuklar çalışmaya dahil edildi. Arteryel oksijen satürasyonu (SaO2), tam kan sayımı, rutin biyokimyasal kan testleri, göğüs radyografisi, elektrokardiyografi ve tam bir kulak-burun-boğaz muayenesi yapıldı. Üst hava yolu obstrüksiyonu (Grade I, II, III veya IV) ve horlama (hafif, orta ve şiddetli) derecelendirildi. NT-proBNP düzeyi, elektrokemilüminesans yöntemi ile nicel olarak ölçüldü. Adenotonsillektomi genel anestezi altında kürtaj ve soğuk disseksiyon yöntemleri ile yapıldı.
BULGULAR: Çalışmaya ATH’li 25 hasta dâhil edildi (ortalama yaş 8.5±2.9 yıl, 17 erkek). Post-operatif 6 aydaki hastaların hiçbirinde horlama veya apne görülmedi. Ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası NT-proBNP düzeyleri medyan (min-max) sırasıyla 10.01 pg/mL (3.08-63.58 pg/mL) ve 7.13 pg/mL (3.01-91.75 pg/mL) arasında idi ve fark anlamlıydı. Pre-operatif horlama, pre-operatif apne, bademcik boyutu ve adenoid boyut arasında NT-ProBNP düzeyinin post-operasyon öncesi ve pre-operatif dönem arasındaki fark bakımından anlamlı fark bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Adenotonsillektomi solunum yollarında açıklık sağladığı için kardiyovasküler sistem üzerindeki olumsuz etkilerin düzelmesine neden olmuştur.
INTRODUCTION: Adenotonsillar hypertrophy (ATH) is the most common cause for obstructive sleep apnea syndrome (OSAS) and adenotonsillectomy is used in treatment. Children with OSAS experience cardiovascular complications. N-terminal pro-brain natriuretic peptide (NT-proBNP) is one of the critical markers used for cardiovascular diseases. The present study aimed to determine the effects of adenotonsillectomy on NT-proBNP levels in patients with ATH.

METHODS: Children with ATH, who were admitted with the complaints of snoring, mouth breathing and breathing pauses during sleep, were included. Measurements of arterial oxygen saturation (SaO2), complete blood cell count, routine biochemical blood tests, chest radiography, electrocardiography, and a complete ear, nose, throat examination were performed. Upper airway obstruction (Grade I, II, III or IV) and snoring (mild, moderate, and severe) were graded. NT-proBNP level was measured quantitatively by electrochemiluminescence method. Adenotonsillectomy was performed by curettage and cold dissection methods under general anesthesia.
RESULTS: The study included 25 patients with ATH (mean age, 8.5±2.9 years; 17 boys). Snoring or apnea was not observed in any of the patients at the post-operative 6 month. The median (min-max) pre- and post-operative NT-proBNP levels were 10.01 pg/mL (3.08-63.58 pg/mL) and 7.13 pg/mL (3.01-91.75 pg/mL), respectively and the difference was significant. There were no significant differences among the subgroups of gender, pre-operative snoring, pre-operative apnea, tonsil size, and adenoid size regarding the difference of NT-ProBNP level between the post- and pre-operative periods.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Adenotonsillectomy provided airway patency, and thereby led to an improvement in unfavorable effects on cardiovascular system.

22.Etiologic analysis of recurrent pregnancy losses
Şerif Aksin, Cengiz Andan
doi: 10.5505/vtd.2017.49368  Pages 322 - 327
GİRİŞ ve AMAÇ: Birbirini izleyen iki ya da daha fazla 20 haftaya kadar olan gebelik kayıpları tekrarlayan gebelik kaybı olarak adlandırılır. Kliniğimiz kayıtları retrospektif olarak incelenerek bölgemizdeki tekrarlayan gebelik kayıpları etiyolojik açıdan incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma Sağlık Bilimleri Üniversitesi Diyarbakır Dr. Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesinde yapılmıştır. Şubat 2015-Mayıs 2017 yılları arasında Kadın Hastalıkları ve Doğum polikliniğine başvuran tekrarlayan gebelik kaybı olguları retrospektif olarak incelenmiştir.
BULGULAR: Olguların yaş, gravida, parite, abortus sayısı ortalaması sırasıyla; 26.4±7.2, 4.4±1.8, 0.8±1.2 ve 3.1±1.4 idi. Olguların sadece %6.7’si sigara kullanmaktaydı. Olguların etiyolojik nedenleri incelendiğinde; Koagülasyon bozukluğu, progesteron eksikliği, kronik sistemik hastalıklar, uterin anomaliler, kromozomal anomaliler ve bilinmeyen nedenler sırasıyla% 20.5, % 16.5, % 12, % 8.9, % 6.5 ve % 35.6 saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tekrarlayan gebelik kaybı çiftler için duygusal sorunlara neden olan ve etiyolojisinde henüz açıklanamayan birçok nedeni bulunduran önemli bir obstetrik problemdir. Bu olgularda mutlaka ileri düzeyde değerlendirme yapılmalı ve olası nedenler ortaya çıkarılarak tekrarını önleme yoluna gidilmelidir.
INTRODUCTION: Two or more consecutive loss of pregnancy prior to 20 weeks is called recurrent pregnancy loss. We reviewed the records retrospectively and analyzed the etiology of recurrent pregnancy losses in our region.
METHODS: This study was carried out by Saglik Bilimleri University Diyarbakir Dr. Gazi Yasargil Training and Research Hospital. We retrospectively analyzed the cases of recurrent pregnancy loss between February 2015 and May 2017, who applied to Obstetrics and Gynecology Policlinic.
RESULTS: The mean age, mean gravida, mean parity, and mean abortus counts of the cases were; 26.4±7.2, 4.4±1.8, 0.8±1.2 and 3.1±1.4, respectively. Only 6.7% of the cases were using cigarettes. When the etiological causes of the cases are analyzed; Coagulation disorder, progesterone deficiency, chronic systemic diseases, uterine anomalies, chromosomal anomalies and unknown causes were detected 20.5%, 16.5%, 12%, 8.9%, 6.5% and 35.6%, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Recurrent pregnancy loss is an important obstetric problem that causes emotional problems for couples and has many causes that are not yet explained in the etiology. In these cases, an evaluation should be made at an advanced level and possible causes should be revealed to prevent repetition.

23.Vitamin D level in pregnancy, gestational diabetes and women of reproductive age
Cuma Mertoğlu, Murat Günay, Mehmet Kulhan
doi: 10.5505/vtd.2017.96658  Pages 328 - 332
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, sağlıklı gebelerde, gestasyonel diyabetik gebelerde ve üreme çağındaki sağlıklı kadınlarda D vitamini düzeyini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yaşları 18-43 yıl arası 28 sağlıklı gebe, 15 gestasyonel diyabetik gebe ve 30 sağlıklı genç erişkin kadından alınan serumlardan immünometrik yöntemle D vitamini ölçümü yapıldı.
BULGULAR: Tüm gruplarda D vitamini eksik olarak bulunmuştur [sağlıklı gebelerde (11.8±7.4), gestasyonel diyabetik gebelerde (10.6±5.7), ve sağlıklı genç kadınlarda (12.1±5.4) ng/mL]. Gruplar arasında anlamlı bir fark yoktur (p=0.54).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tüm gebelerde ve genç erişkin kadınlarda D vitamini düzeyi yeterli değildir. Dolayısıyla D vitamini takviyesi yapılmalıdır.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to determine vitamin D levels in healthy gestations, gestational diabetic pregnancies and healthy women during the reproductive age.
METHODS: Vitamin D was measured immunochemically from sera from 28 healthy pregnant women, 15 gestational diabetic pregnant women and 30 healthy young adult women ages 18-43 year.
RESULTS: Vitamin D deficiency was found in all groups [healthy pregnancies (11.8±7.4), gestational diabetics (10.6±5.7), and healthy young women (12.1±5.4) ng/mL]. There is no significant difference between the groups (p=0.54).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Vitamin D level is not sufficient in all pregnancies and young adult women. So vitamin D supplementation should be performed.

24.Relationships between color perception of the dress and functional, postural lateral preferences, some morphogenetic traits and chewing side preference
Ozlem Ergul Erkec, Nese Colcimen, Sıddık Keskin
doi: 10.5505/vtd.2017.08760  Pages 333 - 339
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı elbisenin renk algısı ile fonksiyonel, postural lateral tercihler, bazı morfogenetik özellikler ve çiğneme tarafı tercihleri arasındaki ilişkileri tespit etmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Elbisenin renk algısı ile el tercihi, ayak tercihi, göz tercihi, kulak tercihi, el parmaklarını birbirine geçirme, kol kavuşturma, el çırpma, bacak bacak üstüne atma, kulak memesi yapışıklığı, dil kıvırma, kan grubu ve çiğneme tarafı tercihi hakkındaki bilgiler 240, kişiden toplandı.
BULGULAR: Katılımcıların%18.3'ü elbiseyi mavi-siyah, %40.4'ü beyaz-altın, %5.4'ü mavi-kahverengi, %20.8'i değişken ve %15.0'i farklı bir renk olarak tanımladı. Elbisenin renk algısı için gruplar arasında cinsiyet, el tercihi, ayak tercihi, kulak tercihi, göz tercihi, el parmaklarını birbirine geçirme, el çırpma, bacak bacak üstüne atma, kulak memesi yapışıklığı ve çiğneme tarafı bakımından anlamlı fark bulunmamıştır. Gruplar arasında kol katlama ve dil kıvırma becerileri bakımından anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Kol katlama ve göz tercihi arasında da anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir. Değişken grupta başlangıçta mavi-kahverengi, mavi-siyah, beyaz-altın veya farklı bir renkten, mavi-kahverengi, mavi-siyah, beyaz-altın veya başka renklere bir geçiş olduğu bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Elbisenin renk algısı ile lateralite arasında kısıtlı bilgi bulunduğu için bu çalışma gerçekleştirilmiş olup bu iki konu arasında anlamlı bir ilişki ilk kez bu çalışmada rapor edilmiştir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to investigate the relationship between the color perception of the dress and functional, postural lateral preferences of some morphometric traits and chewing side preference.
METHODS: Information on color perception of the dress, handedness, footedness, eyedness, earedness, hand clasping, arm folding, hand clapping, leg crossing, earlobe attachment, tongue rolling, blood group and chewing side was collected from 240 individuals.
RESULTS: 18.3 % of participants described the dress as blue-black, 40.4 % as white-gold, 5.4 % as blue-brown, 20.8 % as switch and 15.0% as something else. No differences in gender, handedness, footedness, earedness, eyedness, hand clasping, hand clapping, leg crossing, earlobe attachment and preferred chewing side were found for the color perception of the dress. There was a significant relationship between groups in arm folding and tongue rolling ability. There was also a significant relationship between arm folding and eyedness. We found a switch from blue-brown, blue-black, white-gold or something else colors initially to blue-brown, blue-black, white-gold or something else colors in switch group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Since there was little information about relationship between laterality and the dress color, this study was conducted and a significant relationship between these two subjects is reported for the first time in the present study in our knowledge.

25.The effect of cerclage on pregnancy outcomes in cervical changes
Numan Çim, Erbil Karaman, Harun Egemen Tolunay, Sena Sayan, Barış Boza, Şerif Aksin, Recep Yıldızhan, İsmet Alkış, Ali Kolusarı, Hanım Güler Şahin
doi: 10.5505/vtd.2017.50570  Pages 340 - 345
GİRİŞ ve AMAÇ: Yüksek neonatal morbidite ve mortalite ile sonuçlanan preterm doğumları engellemek için yapılan servikal serklajın sonuçlarını göstermeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: ACOG (The American College of Obstetrics and Gynecology) kriterlerine uygun McDonald yöntemi ile serklaj yapılan 56 olgunun retrospektif olarak sonuçları incelendi. Birinci grup ikinci trimestrde servikal kısalma olup dilatasyonun olmadığı 32 olgu, ikinci grup ise servikal kısalma ile birlikte 3 cm’den daha az servikal dilatasyonu olan 24 olgudan oluştu.
BULGULAR: Olguların servikal serklaj sonuçları karşılaştırıldığında birinci grup olguların ikinci gruba oranla daha geç haftada doğum yaptıkları (p: 0,002), serklaj uygulanan hafta ile doğum arasında geçen sürenin daha uzun olduğu (p: 0,001) ve bebeklerin doğum kilosunun daha fazla olduğu (p: 0,002) saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Servikal yetmezlik tanısı alan olgularda tekrarlayan gebelik kaybı ve preterm doğumu azaltmak için servikal serklaj uygulaması iyi bir seçenektir.
INTRODUCTION: We aimed to demonstrate the outcomes of cervical cerclage in order to prevent preterm births resulting in high neonatal morbidity and mortality.
METHODS: The outcomes of 56 cases with McDonald cerclage application evaluated according to ACOG (American College of Obstetrics and Gynecology) criteria. The first group consisted of 32 cases in which there was no dilation in the second trimester and the second group in 24 cases with cervical dilatation less than 3 cm with cervical shortening.
RESULTS: When the results of cervical cerclage were compared, it was found that the first group birth week were later (p: 0,002), the period between the cerclage and delivery was longer (p: 0,001) and birth weight were heavier (p: 0,002) than the second group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Cervical cerclage application is a good option for to reduce recurrent pregnancy loss and preterm delivery in cervical insufficiency.

26.Analysis of relation between alpha-fetoprotein and gastric cancer.
Sebahattin Çelik, Erdem Çokluk, Özkan Yılmaz, Nejat Almalı, Mehmet Çetin Kotan
doi: 10.5505/vtd.2017.69875  Pages 346 - 351
GİRİŞ ve AMAÇ: Alfa-fetoprotein (AFP) üreten mide kanserlerinin üretmeyenlere göre daha kötü prognoza sahip olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada, merkezimizdeki AFP üreten mide kanserlerinin sıklığının araştırılması ve üretmeyen tiplerin patoloji sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mide adenokarsinomu tanısı almış ve ameliyat planı ile genel cerrahi servisine yatırılmış hastalar çalışmaya dâhil edildi. Çalışma 2014-2015 yılları arasında, Dursun Odabaş Tıp Merkezi’ nde tanı almış mide kanserli vakaların verilerinin, prospektif olarak toplanması şeklinde tasarlandı. Hastalardan ameliyat öncesi ve sonrası kan örnekleri alınarak serum AFP düzeyi çalışıldı. Hastane sisteminde kayıtlı patoloji verileri ile AFP düzeylerinin ilişkisi irdelendi.
BULGULAR: Toplam 63 hasta değerlendirilmeye alındı. AFP yüksekliği 2 hastada saptandı (insidans= %3.17). Serum AFP düzeyi normal sınırlarda olan hastaların, ameliyat öncesi ve sonrası AFP miktarları sırasıyla; 1.520 ng/mL ve 0.590 ng/mL bulundu (p< 0.001). Ameliyat öncesi serum AFP düzeyi ile tümörün evresinin ve nörovasküler invazyon varlığının olup olmaması ilişkisiz bulundu. AFP düzeyi ile metastatik lenf nodu sayısının korelasyonun olmadığı saptandı ( Spearmen’s rho= -0.183, p=0.157). Tümörün yerleşim yerine göre AFP düzeyleri arasında anlamalı fark saptandı (p=0.021).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Merkezimize başvuran mide kanserleri arasında, AFP üreten tipler çok azdır. AFP düzeyi ile tümörün evresi ilişkisiz gözükmektedir. AFP düzeyi normal sınırlarda olan hastalarda göreceli olarak, distal yerleşimli tümörlerin daha dikkatli değerlendirilmesi önemlidir.
INTRODUCTION: It has been reported that Alpha-fetoprotein (AFP) producing gastric cancers have a worse prognosis than those not producing. We aimed to investigate gastric cancers patients in regards of AFP producing cancers incidence and pathological variables of those not producing AFP.
METHODS: Patients who had diagnosed with gastric adenocarcinoma and hospitalized in general surgery ward for operation were enrolled to the study. Study was designed to collect data of gastric cancer patients in a prospective manner between dates 2014-2015 in Dursun Odabaş Health Center. Patients’ blood samples were collected before and after surgery for analyzing AFP. The relation between serum levels of AFP and histopathological variables were analyzed.
RESULTS: Totally 63 cases were evaluated. Increased AFP level was observed in 2 cases (incidence=3.17%). Serum AFPs were 1.520 ng/mL and 0.590 ng/mL in preoperative and postoperative period respectively (p<0.001). There were no relation between preoperative AFP levels and tumor stage and neurovascular invasion status. We observed that the correlation between preoperative AFP levels and number of metastatic lymph node was not significant (spearman’s rho=-0.183, p=0.157). According to tumor location, there was significant difference in AFP levels (p=0.021).
DISCUSSION AND CONCLUSION: AFP producing gastric cancers is rare between patients who referred to our center. Tumor stage and AFP levels seems unrelated. Distally located gastric cancers cases should be evaluated cautiously in patients whose AFP levels are in normal range.

CASE REPORT
27.Copenhagen Syndrome Presenting With Low Back Pain: Case Report
Senem Şaş, Fatmanur Aybala Koçak, Emine Eda Kurt, Hatice Rana Erdem, Figen Tuncay, Zeynep Karakuzu Güngör
doi: 10.5505/vtd.2017.58561  Pages 352 - 354
Progresif non-infeksiyöz anterior vertebra füzyonu, Copenhagen Sendromu, spinal kordun nadir görülen erken çocukluk döneminde torakolomber kifoz ve hareket kısıtlılığı ile karakterize bir klinik durumdur. Nörolojik anormallikler nadirdir. Bu sendromun Scheurman hastalığı ile ayırıcı tanısı yapılmalıdır. Bu yazıda 24 yaşında erkek hastada servikal ve lomber bölgede görülen Copenhagen sendromunun örneği sunulmaktadır.
Progressive non-infectious anterior vertebrae fusion, Copenhagen Syndrome, is a rare clinical condition that is characterized by thoracalomber kifosis and inabilty to move in early childhood. Neurologic abnormalities are observed rarely. This syndrome must be differed from Scheurmann disease. In this article is presented an example of Copeman Syndrome -a patient with 24 years old -with cervical and lomber involvement.

28.Inflammatory pseudotumor of the urınary bladder: Case report
Mustafa Koç
doi: 10.5505/vtd.2017.36035  Pages 355 - 358
İnflamatuar psödotümör mesanenin nadir benign non epitelyal tümörüdür. Benign karakterde olmasına rağmen, ameliyat öncesi biyopsilerde, leiyomiyosarkom ve rabdomiyosarkom ile sıkça karıştırılmaktadır. Bu yazıda, 46 yaşında gross makroskobik hematüri ile başvuran erkek hastayı sunduk. Görüntüleme bulguları, mesane lümeninde geniş polipoid kitleyi ortaya çıkardı. Kitle; sistoskopi yapılarak transüretral rezeksiyon ile tedavi edildi. Tümörün histopatolojik değerlendirmesi inflamatuar psödotümör olarak rapor edildi. Literatürde radyolojik görüntülerin az sayıda olmasından dolayı, radyolojik tanıya katkı sunabilmek için, bu nadir olguyu sunduk.
Inflammatory pseudotumor is a benign non epithelial rare tumor in the urinary bladder. Despite their benign behaviour, they are frequently misinterpreted as leiomyosarcoma and rhabdomyosarcoma in preoperative biopsies. In this case; we reported a 46-year old man presented with macroscopic hematuria. Imaging studies revealed large polypoid mass in the bladder lumen. Cystoscopic examination and transurethral tumor resection were performed. Histopathological examinations of the tumor revealed inflammatuar pseudotumor. We decided to present this case because of the having rare radiological images in the literatüre and to contribute to radiological diagnosis.

29.A Rare Case: Titanium Hypersensitivity
Şehmuz Kaya, Serkan Karaköse, Haci Önder
doi: 10.5505/vtd.2017.60783  Pages 359 - 360
Metallere karşı eritem, kaşıntılı papüleveziküler lezyonlar gibi hipersensivite reaksiyonlarının gerçekleşebildiği bilinmektedir. Berilyum, nikel, kobalt, krom sensitize edici metaller olarak bilinmektedir. Titanyum, tantalyum, vanadyum nadiren bildirilmiştir. Bizim hastamızda distal fibula kırığı nedeni ile internal tespit yaptıktan sonra cilt lezyonları gelişti. Hastamızın cilt lezyonlarına yönelik farklı tedaviler uygulandı ancak hiçbir medikal tedaviye cevap vermeyen lezyonlar implant çıkarımı ile kayboldu. Bu yazıda nadir olan titanyum alerjisine dikkat çekmeyi amaçladık.
It is known that hypersensitivity reactions such as erythema, itchy papulovesicular lesions against metal can occur. It is known as beryllium, nickel, cobalt, chrome sensitizing metals. Titanium, tantalum, vanadium are rarely reported. The skin lesions developed after internal fixation with distal fibula fracture in our patient. The different treatments were applied for skin lesions of our patients but lesions which did not respond to any medical treatment disappeared by implant extraction. In this article we aimed to draw attention to the rare titanium allergy.

30.Kimura Disease As A Rare Cause Of Lymphadenopathy: Case Report
Ali DOĞAN, Ömer EKİNCİ, Cengiz DEMİR
doi: 10.5505/vtd.2017.69772  Pages 361 - 363
Kimura Hastalığı (KH); etiyolojisi bilinmeyen, çok nadir görülen, bening karekterli kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Klinik olarak genellikle baş-boyun bölgesinde görülür. Çok seyrek olarak da oral mukozada, diğer yüzeyel lenf nodu bölgelerinde ağrısız subkutan nodül veya kitleler şeklinde bölgesel lenf nodlarının tutulumuyla seyredebilir. Tanı laboratuvar, görüntüleme ve patolojik incelemeler ile diğer lenfadenopati ve eozinofili nedenlerinin dışlanması sonucu konulur. Olgumuzda 5-6 aydır giderek artan bölgesel lenfadenopati, yaygın vücut kaşıntı şikayetleri ve eozinofili mevcuttu. Ayırıcı tanısı yapılan ve Kimura Hastalığı tanısı konulan olgumuzu literatür eşliğinde sunmayı amaçladık.
Kimura Disease (KD); is a very rare, benign, chronic inflammatory situation with an unknown etiology. KD, usually effects head and neck region of the body as clinically. In very rare cases, KD can be seen as painless subcutaneous nodules or masses in the oral mucosa or other superficial lymph nodes. Making a diagnose of KD must include laboratory evaluations, imaging techniques and ruling out the other causes of lymadenopathy and eosinophilia with pathological evaluations. In our case, progressively enlarging regional lymph nodes over the past 5-6 months, widespread body pruritus and eosinophilia were the presenting clinical symptoms and laboratory findings. We aimed to present our KD case which was differantially diagnosed, in the context of current literature.

31.Medicolegal evaluation of commotio retinae resulting from blunt eye trauma: a case report
Ufuk Akın, Mehmet Sunay Yavuz, Gonca Tatar, Faruk Aydın
doi: 10.5505/vtd.2017.29964  Pages 364 - 366
Göz travmaları sonucu meydana gelen yaralanmalar, birey ve toplum bazında önemli sosyal ve ekonomik kayıplara yol açmaktadır. Bu yaralanmaların önemli bir kısmına ise künt göz travmaları neden olmaktadır. Ceza hukukunda, travma sonucu meydana gelen zararın doğru şekilde ortaya konulması; soruşturma ve yargılama aşamalarının sağlıklı ilerlemesinde, mağdurun hak kaybına uğramamasında ve yaralanmaya neden olan kişiye veya kuruma verilecek cezanın belirlenmesinde en önemli unsurlardan biridir. Türk Ceza Kanunu’nda Tanımlanan Yaralama Suçlarının Adli Tıp Açısından Değerlendirilmesi Kılavuzu’nda göz lezyonları başlığı altında retinanın travmatik lezyonlarının (ödem, laserasyon, dekolman, kanama) basit tıbbi müdahale ile giderilemeyeceği belirtilmektedir. Çalışmamızda, maruz kaldığı künt göz travması sonucu adli rapor düzenlenmesi istemi ile kliniğimize başvuran olguda saptanan bulgular eşliğinde, künt göz yaralanmaları sonucu oluşan travmatik lezyonların medikolegal açıdan tartışılması amaçlanmıştır. Künt travma sonucu sol gözünde meydana gelen yaralanma nedeniyle hakkında adli rapor düzenlenmesi istenen 10 yaşındaki kız olguya ait tıbbi belgelerde; ilk müracaat ettiği sağlık kuruluşunda yapılan muayenesinde, sol göz etrafında abrazyonlar ve konjonktivada hiperemi tespit edildiği, daha sonra göz polikliniğinde yapılan muayenelerinde sol gözde commotio retina saptandığı belirtilmiştir. İlk muayene bulguları dikkate alındığında, yaralanmanın basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilecek nitelikte hafif derecede olduğu kararına varılacakken, sonraki muayenelerde saptanan commotio retina tanısı, yaralanmanın basit bir tıbbi müdahale ile giderilemeyeceği sonucunu doğurmuştur. Künt göz travmalarında meydana gelen yaralanmanın eksiksiz olarak ortaya konulması için mutlaka fundus muayenesi ile retina değerlendirmesinin yapılması ve meydana gelen zararın tam olarak tespit edilmesinin, adli sürece katkısı açısından önemli olduğunu düşünüyoruz.
The injury resulting from eye trauma cause significant social and economic loss on the basis of individual and community. A significant part of these injuries is caused by blunt eye trauma. The Guidelines for the Medico-legal evaluation of wounding crimes defined in Turkish Criminal Law states under the title of eye lesions that traumatic lesions (edema, laceration, dislocation, bleeding) of retinae cannot be treated by simple medical intervention. Our study aims to discuss traumatic lesions resulting from blunt eye injuries in medicolegal perspective, with the findings determined in a case who admitted our clinic with the request of the judicial report. In the medical documents of a 10 years old girl about whom is requested a judicial report because of her left eye injury resulting from blunt trauma, indicated following: During her examination in the first health care institution she admitted, abrasions around left eye and conjunctival hyperemia were detected, thereafter in the eye policlinic the commotio retinae was identified. If the initial examination findings are taken into consideration, one can conclude that injury is mild; therefore, it can be treated with basic medical interventions, however, commotio retinae diagnosis in subsequent examinations result in the inability of treatment of the injury with basic medical interventions. We think that making retinal assessment with fundus examination for the complete revelation of injury occurring in blunt eye trauma and accurate determination of resultant damage is important regarding contribution to legal procedure.

32.Three patients discharged from palliative care unit with home-care ventilator
Abdullah Kahraman
doi: 10.5505/vtd.2017.39200  Pages 367 - 368
Palyatif bakım hizmetleri ve evde bakım hizmetleri ülkemizde önemli bir sağlık hizmet açığını ortadan kaldırırken giderek gelişim göstermektedirler. Bu hizmetle uğraşan başta anesteziyoloji uzmanları olmak üzere diğer uzman hekimlerimizin çoğalması ile hem hastalara daha kaliteli hizmet sunulmakta, hem hastaların gereksiz yoğun bakım tedavisi almaları engellenmekte hem de dolaylı olarak da yüksek maliyetli olan yoğun bakım tedavisi ile sosyal güvenlik kurumunun gereksiz ödemelerini önüne geçilmektedir.
Palliative care services and home care services have been developing and demolishing an important health service gap in our country. The increase in number of the anaesthesiologists and other specialist physicians provide better quality service to patients; prevent unnecessary intensive care treatments and so, unnecessary high cost social security payments.

33.8th Decades Presentation of Subaortic Fibrous Membrane with Left Ventricular Outfow Tract Obstruction
Engin Akgül, Asiye Aslı Gözüaçık, Ahmet Hakan Vural
doi: 10.5505/vtd.2017.63935  Pages 369 - 371
Subaortik fibröz membran, sol ventrikül çıkım yolunda darlık oluşturabilecek bir durumdur ve farklı klinik tablolarla karşımıza çıkabilir. Senkop, taşikardi ve göğüs ağrısı yakınmalarıyla başvuran 70 yaşındaki bayan hastaya yapılan ekokardiografide subaortik membran tespit edildi. Hastaya komplikasyon olmadan başarılı bir şekilde cerrahi tedavi uygulandı. Operasyon sonrası 10. günde taburcu edilen hastanın 6. ay kontrolünde ise rekürrens tespit edilmedi. Fibromembranöz dokunun tekrar gelişebileceği göz önünde bulundurularak yakın takip önem arzetmektedir.
Subaortic membrane is the reason of the left ventricul outflow tract obstruction in the adults and it may causes severe clinical outcomes. A 70-year-old old female patient presented with syncop, tachycardia, anginal pain. Subaortic fibromembraneus ridge shown by echocardiography. She treated with surgical resection of fibrous membrane with no any complication. She discharged from hospital on the 10th postoperative day. At six-month postoperative follow-up there weren’t any recurrence on echocardiogram. Recurrence is possible and close follow-up is mandatory.

34.Development of acute sacroiliitis due to the use of oral isotretinoin in patients with acne vulgaris: Four case presentation
Özlem Karadağ Köse, Özcan Hız, Hilal Gökalp, Pelin Üstüner
doi: 10.5505/vtd.2017.06078  Pages 372 - 377
Sakroiliit, sakroiliak eklemin inflamasyonu olup en sık ankilozan spondilit hastalarında görülür. Akut sakroiliit ise altta yatan enfeksiyöz, romatolojik, neoplastik veya ilaç-ilişkili nedenlere bağlı olarak daha nadir izlenir. Akne vulgaris, pilosebase üniteyi etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Oral izotretinoin şiddetli nodülokistik ve sistemik antibiyotik tedavilerine dirençli aknede verilen sentetik A vitamini türevidir. Akne vulgarisi olan hastalarda oral izotretinoin kullanımına bağlı az sayıda akut sakroiliit olgusu rapor edilmiştir. Izotretinoin kullanımına bağlı sakroiliit gelişiminin mekanizması tam olarak bilinmemektedir. Erken tanı sonrasında ilacın kesilmesi, nonsteroid antiinflamatuar tedavi, fizik tedavi ve egzersiz programı ile hastalık sınırlanmakta ve 6 ay içinde hastalar normal fonksiyonlarına kavuşmaktadır. Biz bu çalışmamızda, oral izotretinoin kullanımına bağlı gelişen akne vulgarisli 4 akut sakroiliit olgusu sunduk.
Sacroiliitis, an inflammation of the sacroiliac joint, is a characteristic finding of ankylosing spondylitis. Acute sacroiliitis has been described relatively uncommonly, and typically featuring the underlying infectious, rheumatic, neoplastic, or drug-related causality. Acne vulgaris is a chronic inflammatory disease affecting the pilosebaceous unit. Oral isotretinoin is a synthetic vitamin A derivative that has been used to treat severe nodulocystic acne and resistant acne to systemic antibiotic therapy. Few cases have been reported about acute sacroiliitis occurence due to oral isotretionin treatment in patients with acne vulgaris. The mechanism of sacroiliitis owing to the use of oral isotretionin is not clear. The cessation of drug after early diagnosis, nonsteroidal antiinflammatory treatment, physical rehabilitation and exercise programs limit the progression of disease and the patients can reach their normal functions within 6 months. In this study, we present 4 cases of acne vulgaris with acute sacroiliitis caused by oral isotretionin.

35.Toxicity Due to High Dose Methotrexate In A Patient With Rheumatoid Arthritis: Case Report
Ali Doğan, Ömer Ekinci, İsmet Kızılkaya, Ergin Turgut, Mehmet Maruf Kayran, Cengiz Demir
doi: 10.5505/vtd.2017.08860  Pages 378 - 381
Romatoid artrit (RA) etiyolojisi tam olarak bilinmeyen, eklemlerde sinoviyal hücre çoğalması ve inflamasyona bağlı eklem harabiyeti ile karakterize sistemik inflamatuar bir hastalıktır. Metotreksat (MTX) romatoid artrit tedavisinde düşük dozlarda ve haftalık periyotlarla kullanılan hastalık modifiye edici bir anti-romatizmal ajandır (DMARD). Yüksek dozlarda MTX kullanımına bağlı toksisite tablosu olarak kemik iliği süpresyonu, mukozit, karaciğer ve böbrek fonksiyon bozukluğu gibi ciddi yan etkiler ortaya çıkabilir. MTX’in toksik etkisi ile meydana gelen pansitopeni ve mukozit tablosu filgrastim ve kalsiyum folinat tedavisi ile düzeltilebilir. Düşük doz olarak haftalık 15 mg MTX kullanması gerekirken, yanlışlıkla günlük olarak 15 mg kullanmaya bağlı pansitopeni ile mukozit tablosu gelişen olgumuzu sunduk. Özellikle dikkatli kullanım gerektiren ilaçlar için hasta ve hasta yakınlarına uygun eğitim verilmesi ve hastaların sık aralıklı takibe alınması gerektiğine inanıyoruz.
Rheumatoid arthritis (RA) is a systemic inflammatory disease whose etiology is not fully known and is characterised by destruction of synovial membrane which is caused by inflammation in the joints and synovial cell proliferation. Methotrexate (MTX) is one of disease-modifying antirheumatic drugs (DMARDs) that is used at low doses and at weekly intervals in the treatment of rheumatoid arthritis. At high doses of MTX, toxicity such as bone marrow suppression, mucositis, liver and kidney dysfunction may occur. Pancytopenia and mucositis caused by methotrexate overdose can be treated with calcium folinate and filgrastim. In our case report, we presented a patient who accidentally took 15 mg/day MTX when was being treated with weekly based low-dose 15 mg/week MTX, as a result developed serious side effects such as pancytopenia and mucositis. Especially for medications that require careful handling, appropriate training and detailed information should be given to patients and their relatives and patients should be frequently monitored.

36.Two multiple sclerosis patients presented with dysphagia who underwent percutaneous endoscopic gastrostomy in palliative care center
Abdullah Kahraman
doi: 10.5505/vtd.2017.94695  Pages 382 - 383
Multiple skleroz ataklarla seyreden kronik ilerleyici nörodejeneratif bir hastalıktır. Bu hastalarda yutma güçlüğü ve buna bağlı yetersiz beslenme önemli bir problem olarak karşımıza çıkar. Bu çalışmamızda tekrarlayan akciğer enfeksiyonları nedeniyle palyatif bakım merkezinde perkutan endoskopik gastrostomi (PEG) işlemi uygulanıp tedavi edilen 2 olguyu sunmayı amaçladık.
Multiple sclerosis is a chronic progressive neurodegenerative disease with intermittant aggravations. Malnutriton consequent to dysphagia is a major problem. In this study, we aimed to present two cases treated in palliative care center due to recurrent pulmonary infections who were underwent percutaneous endoscopic gastrostomy (PEG).

37.Fully Recovered Pediatric Traumatic Brain Injury Followed in Palliative Care Unit
Abdullah Kahraman
doi: 10.5505/vtd.2017.06977  Pages 384 - 385
17 yaşında orta derece mental retarde, jenarilize epileptik ve % 94 özürlülük raporuna sahip erkek hasta yüksekten düşme nedeniyle 45 günlük yoğun bakım ünitesi ve 75 günlük palyatif bakım servisi takibi sonucunda tam olarak eski haline dönerek kliniğimizden taburcu edilmiştir.
17-year-old generalized epileptic male patient with moderate mental retardation who has 94% disability report was discharged from our clinic having fully recovered to his previous condition after 45 days of intensive care unit and 75 days palliative care unit monitorization due to fall from height.

38.Chronic amebiasis presenting as appendicitis and preliminary diagnosed as a mucocele: A diagnostic dilemma and unexpected histopathological finding after surgery
Mehmet Tolga Kafadar, Vedat Bakan, Tuğba Çaviş
doi: 10.5505/vtd.2017.71463  Pages 386 - 390
Amebik apandisit son derece nadir görülen bir durumdur ve genellikle akut apandisit ön tanısı ile opere edilip histopatolojik incelemesi yapılıncaya kadar da tanısı konulamaz. Amebik apandisit tanısı alan 14 yaşında bir erkek hasta nadir görülmesi ve konuya dikkat çekilmesi amacıyla sunuldu. Hastada pozitif muayene bulgusu olarak sadece karın sağ alt kadran ağrısı mevcuttu. Radyolojik incelemelerdeki genişlemiş apendiks ve mukosel ön tanısı nedeniyle laparoskopik apandektomi uygulandı. Makroskopik olarak apendiks ödemli ve dilate idi. Mikroskopik inceleme amebik apandisit olarak yorumlandı. Bu olgu sunumu, özellikle tipik apandisit bulguları olmayan hastalarda dikkatli histopatolojik incelemenin önemini vurgulamaktadır. Zamanında tanı ve uygun tedavi ile, amebik apandisitli hastalarda olası komplikasyonlar önlenebilecektir.
Amoebic appendicitis is an extremely rare condition which is generally surgically treated with the initial diagnosis of acute appendicitis, and its definitive diagnosis cannot be made until the exact histopathological analysis. In this paper a 14-year-old male child with amoebic appendicitis presented. Pain in right lower quadrant was the only positive finding. A laparoscopic appendectomy was performed because of enlargement appendix and a preliminary diagnosis of mucocele in radiological examinations. Macroscopically appendix was extremely edematous and dilated. Microscopic analysis was evaluated as amoebic appendicitis. This case report emphasizes the importance of careful histopathological analysis appendix, especially, in patients who do not demonstrate typical clinical symptoms of appendicitis. Timely diagnosis and appropriate therapy might prevent probable future complications in patient with amoebic appendicitis.

39.Formatıon of Fracture due to Increased Femoral Bowıng at The Level of Dıstal Naıl Durıng Pfn Procedure
Tülin Türközü, Necip Güven
doi: 10.5505/vtd.2017.19484  Pages 391 - 393
Pertorakterik kırıkların tedavisinde proksimal femoral çivi (PFN) kullanımı son 20 yıldır popüler hale gelmiştir. Kliniğimizde de sıklıkla tercih ettiğimiz PFN çivi uygulaması sırasında birçok uzman gibi bizlerde bazı komplikasyonlar yaşamaktayız. Bu vakamızda PFN uygulaması sırasında nadir görülen bir komplikasyon olan çivi distali kırığı ile karşılaştık. Postoperatif dönemde çekilen grafilerden yapılan ölçümler sonucunda artmış femoral bowing tespit ettik. Bu olguda, artmış femoral bowinge bağlı çivi distali kırığı ile karşılaşılabileceğine dikkat çekmek istedik.
Use of proximal femoral nails (PFN) in the treatment of pertrochanteric fractures has become popular for the last 20 years. Also, we experince some complications during application of PFN technique in our clinical practice like many orthopaedic specialists. In this case, we encountered a fracture of the nail at the distal end during application of the PFN technique. We have detected increased femoral bowing according to the graphies performed in the postoperative period. In this case we wanted to pay attention to the possibility of encountering a fracture of the nail at the distal end due to an increased femoral bowing.

40.Lumbosacral region herpes zoster case in healthy child
Mahmut Demir, Mustafa Aksoy
doi: 10.5505/vtd.2017.97759  Pages 394 - 396
Herpes zoster çocukluk çağında oldukça nadir olup, daha çok immün yetmezlikli ve ileri yaş grubu hastalarda görülen, varisella zoster virüsun reaktivasyonu sonucunda, ilgili dermatom alanında klinik olarak ağrı ve eritemli zeminde veziküler döküntü ile karekterize akut dermatomal viral bir infeksiyondur. Çocukluk çağında klinik olarak daha iyi seyirli olup, daha çok torasik dermatom alanlarını tutan lezyonlara ağrı ve postherpatik nevralji nadiren eşlik eder. Çocukluk çağında görülen herpes zoster vakalarında genellikle bir tetikleyici stres faktörü ya da immün yetmezlik gibi altta yatan bir predispozan faktör saptanmaktadır. Burada, öncesinde cerrahi operasyon öyküsü mevcut olan zona zoster tanısı koyduğumuz 4 yaşında sağlıklı erkek çocuk sunulmuştur.
Herpes zoster is an acute dermatomal viral infection characterized by clinically painful and erythematous vesicular rash in the area of the associated dermatome as a result of varicella zoster virus reactivation, which is quite rare in childhood and mostly seen in immunocompromised and elderly patients. HZ is clinically better in childhood and rarely accompanies pain and postherpathic neuralgia in lesions holding more of the thoracic dermatomic areas. Herpes zoster cases seen in childhood usually have an underlying predisposing factor such as a trigger stress factor or immunodeficiency. İn this case, were porta 4 years old healthy boy diagnosed as zona zoster patients with prior history of surgery.

INVITED REVIEW
41.Malignant Pleural Efusions: Diagnosis and Treatment
Ufuk Çobanoğlu, Remzi Kızıltan, Özgür Kemik
doi: 10.5505/vtd.2017.96967  Pages 397 - 403
Plevral sıvıda malign hücre görülmesi ile karekterize olan malign plevral efüzyonlar farklı tiplerdeki kanserlerin seyri sırasında görülmektedir. Akciğer kanserli, lenfomalı, meme ve over maligniteli olguların yaklaşık %75’inde hastalığın seyri sırasında MPE gelişir. Mevcudiyeti hastalığın yaygın ya da ilerlemiş olduğunun ve yaşam beklentisinin azaldığının bir göstergesidir. MPE’da hayatta kalım süresi ortalama 3-12 aydır. Bu süre hastada mevcut malignitenin hücre tipine ve evresine göre değişir. MPE gelişen malignite olgularından en uzun yaşam süresi over kanserlerinde tespit edilirken, en kısa akciğer kanserlerinde görülür. Gelişiminde en fazla kabul gören mekanizma, metastatik hastalığın plevrada yol açtığı permeabilite artışı ve bozulmuş drenajdır. Radyolojik değerlendirmenin ardından, sıvının sitolojik incelemesi ve kapalı ya da açık plevra biopsileri uygulanan tanısal girişimlerdir. Tedavi birincil hastalığı tedavi etmek yerine semptomları kontrol altına alıp yaşam kalitesini arttırmaya yöneliktir. İntraplevral sıvı hacmini azaltılması, ilişkili semptomların kontrol altına alınması ve yaşam kalitesini ve sağ kalımı iyileştirmek için efüzyonun etiyolojisinin ortaya konularak, hasta tedavisinin özelleştirilmesi gerekir.
Malignant pleural effusions are characterized by malignant cells in pleural fluid and appear in the course of various cancers. MPE (Malignant Pleural Effusion) develops during the course of approximately 75% of cases with lung, breast, ovarian cancer, and lymphoma. Its presence indicates that the underlying disease is advanced or widespread. In MPE the average survival is 3-12 months and varies by the cellular type of the underlying malignancy. Among various malignancies, ovarian cancer is associated with the longest survival and lung cancer with the shortest. The most widely accepted mechanism for the mechanism of development of MPE is increased pleural permeability and impaired drainage caused by metastatic disease. In addition to radiological examinations, cytological examination of pleural fluid and closed or open pleura biopsies are the diagnostic tools used for MPE. Treatment is aimed at controlling symptoms and increasing quality of life rather than treating the primary disease. In order to reduce intrapleural fluid volume, control associated symptoms, and improve quality of life and survival, it is imperative to identify the etiology of effusion and to individualize patient management.

42.Laparoscopic Surgery in Pregnat Women (Review)
Mehmet Kulhan, Nur Gözde Kulhan, Paşa Uluğ
doi: 10.5505/vtd.2017.74936  Pages 404 - 409
Laparoskopik cerrahi hastanede yatış süresini kısaltıp, hastanın daha erken günlük yaşama dönmesini sağlamaktadır. Bu faydalar gebelik sırasında gerekli müdahaleler içinde geçerlidir, Günümüzde laparoskopi artık gebeler içinde kullanılabilir bir cerrahi teknik haline gelmiştir. Laparoskopik tekniklerin gebelikte kullanımı ile ilgili çok sayıda çalışma bu derlemede incelenmiştir. Ayrıca doğmamış bebeği korumak için gerekli asgari şartlar, kısıtlılıklar ve cerrahi teknikteki farklar ortaya konmuştur.
Laparoscopic surgery shortens the length of hospitalization and allows the patient to return to daily life earlier. These benefits apply within the interventions required during pregnancy. Nowadays laparoscopy has become a surgical technique that can now be used in pregnancy. A number of studies on the use of laparoscopic techniques in pregnancy have been reviewed in this review. As well as the minimum requirements for the protection of the unborn baby, limitations and differences in the surgical technique have been revealed.

43.Recurrent pregnancy loss
Şerif Aksin
doi: 10.5505/vtd.2017.83803  Pages 410 - 414
Tekrarlayan gebelik kaybı (TGK) 20. Gebelik haftasından önce ard arda 3 gebelik kaybıdır. Etyolojide multifaktöryel nedenler rol oynamaktadır. Ancak bir çok olguda kesin bir neden ortaya konamamaktadır. Erken haftalardaki abortus sayısı attıkça rekürrens artmaktadır. TGK tedavisinde net görüş birliği yoktur. Tedavi planlanırken, etyoloji göz önünde bulundurulmalı ve bilimsel etkinliği kanıtlanmış tedaviler uygulanmalıdır.
Recurrent loss of pregnancy (RLP), consecutive loss of three pregnancies before 20 week of pregnancy. Multifactorial causes play a role in etiology. However, in many cases a definite reason can not be established. When the number of abortions in the early weeks is increased, recurrence is increasing. There is no clear consensus on RLP treatment. When treatment is planned, the etiology should be considered and therapies with scientific efficiency should be applied.

44.Anxiety in Dental Implant Surgery: Literature Review
Levent Ciğerim, Saadet Çınarsoy Ciğerim
doi: 10.5505/vtd.2017.60362  Pages 415 - 419
Anksiyete yaklaşan bir tehdit veya tehlike durumunda vücudun bir cevabı olarak otonom sinir sisteminin aktive olması ile oluşan stres, sinirlilik, endişe hali olarak tanımlanır. Dental tedaviler değişen miktarlarda anksiyeteye sebep olur ve bu tedaviler arasında ağız cerrahisi işlemleri genellikle yüksek anksiyeteye sebep olur. Dental implant ameliyatları günümüzde sık gerçekleştirilen ağız cerrahisi işlemlerinden biridir ve yaygın bir şekilde uygulanmaktadır. Cerrahlar için nispeten kolay bir işlem olması sebebiyle, implant cerrahisinin hastalarda daha az stres ve anksiyete oluşturması beklenir. Ancak var olan bilgiler implant yerleştirmenin yüksek anksiyete ile ilişkili olduğunu ve bunun da beklenen, deneyimlenen ve hatırlanan ağrı üzerinde yakından ilişki olduğunu göstermektedir. Anksiyetenin değerlendirilmesinde sıklıkla anket ve skalalar kullanılmaktadır. Bu yöntemler ile gerek dental anksiyete gerekse durum ve süreklilik anksiyetesi değerlendirilebilmektedir. Çalışmamızda, hastalardaki implant cerrahisiyle ilişkili anskiyetenin şiddeti ve sıklığının belirlenmesi amaçlanmıştır. İmplant cerrahisiyle ilişkili anksiyete değerlendirmelerinde anksiyetenin ameliyat öncesinde yüksek olduğu görülmektedir ve genel olarak kadınlarda anksiyete erkeklere göre daha yüksektir. İmplant cerrahisi zorunlu bir işlem olmayıp hasta isteği ve tercihine bağlıdır. Günümüzde çok sık uygulanan, güncel bir tedavi seçeneği olması sebebiyle hekimin veya cerrahın implant ameliyatı öncesinde bireylerin anksiyetelerini minimuma indirecek bir protokol izlemesi hastanın uyumunu en yüksek seviyeye çıkaracaktır. Bu da işlemin başarısı, hasta-hekim memnuniyeti ve ilişkisi açısından önemlidir.
Anxiety is defined as stress, nervousness, anxiety caused by the activation of the autonomic nervous system as an answer to the body in the event of an impending threat or danger. Dental treatments cause anxiety in varying amounts and among these treatments oral surgery procedures are usually those that cause high anxiety. Dental implant surgery is one of the most common oral surgery procedures performed today and is widely practiced. It is expected that the surgeon will experience less stress and anxiety in patients because it is a relatively easy procedure for surgeons. However, existing information suggests that implant placement is associated with high anxiety which is closely related to anticipated, experienced, and remembered pain. Questionnaires and scales are frequently used in the evaluation of anxiety.With these methods, both dental anxiety and state and trate anxiety can be evaluated. In our study, it was aimed to determine the severity and frequency of anxiety related to implant surgery in patients. In anxiety evaluations related to implant surgery, anxiety appears to be high before surgery and anxiety is generally higher in women than in men. Implant surgery is not a mandatory procedure but depends on the patient's wishes and preferences. Since a current treatment option is frequently used today, monitoring a protocol that minimizes the anxiety of the individual before the implant surgery will bring the patient's compliance to the highest level. This is important for the success of the procedure, patient-physician satisfaction and relationship.

LookUs & Online Makale