E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 26 (1)
Volume: 26  Issue: 1 - 2019
1.Cover

Pages I - II

ORIGINAL ARTICLE
2.Medical Profile of Individuals Who Apply to Faculty of Dentistry
Levent Ciğerim
doi: 10.5505/vtd.2019.52533  Pages 1 - 5
GİRİŞ ve AMAÇ: Diş hekimine başvuran hastalarda sistemik hastalıkların varlığı diş tedavilerinin planlanmasında büyük bir öneme sahiptir. Bu çalışmanın amacı diş hekimliği fakültesine başvuran hastalarda sistemik hastalık görülme sıklığının belirlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Ağız Diş ve Çene Cerrahisi Anabilim Dalına Mayıs-Eylül 2017 tarihleri arasında başvuran 1590 hasta çalışmaya dahil edilmiştir.
BULGULAR: Hastaların yaşları 18-91 arasında değişmekteydi. Hastaların %54,7’si (n=870) kadın, %45,3’ü (n=720) erkekti. 413 hasta (%26) da sistemik hastalık mevcuttu. Sistemik hastalık türleri incelendiğinde; en yüksek %14,8 (n=236) oranla kardiyovasküler sistem hastalıkları saptanmış ve bu oranı %8,1 (n=129) ile endokrin sistem hastalıkları takip etmiştir. 66 yaş ve üzeri grupta sistemik hastalık oranı, 18-35, 36-50 ve 51-65 yaş gruplarından anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (p<0,01). Kadınların %21,9’unda (n=158), erkeklerin ise %29,3’ünde (n=255) sistemik hastalık gözlenmiştir. Erkeklerde sistemik hastalık görülme oranı kadınlardan anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (p=0,001; p<0,01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Diş hekimine başvuran bireylerde detaylı bir tıbbi hikaye alınması önemlidir. Kişilerin sistemik hastalığı olmasa bile rutin kan basıncı, nabız ve kan şekeri değerlerinin kontrol edilmesi olası komplikasyonların önlenmesi açısından önemlidir.
INTRODUCTION: The presence of systemic diseases in dentist patients has a great influence on the planning of dental treatments. The aim of this study is to determine frequency of systemic diseases in patients who have applied to the intended faculty of dentistry.
METHODS: A total of 1590 patients who applied to Department of Oral and Maxillofacial Surgery, Faculty of Dentistry, University of Van Yuzuncu Yil between May-September 2017 were included in the study.
RESULTS: The ages of the patients ranged from 18 to 91 years. 54.7% of patients (n = 870) were female, 45.3% (n = 720) were male. 413 patients (26%) had systemic disease. When the types of systemic diseases are examined; cardiovascular system diseases were detected with the highest rate of 14.8% (n = 236), followed by endocrine system diseases with 8.1% (n = 129). The incidence of systemic disease was found to be significantly higher in patients aged 66 years and over than that of patients aged 18-35, 36-50 and 51-65 years (p<0,01). Systemic disease was observed in 21.9% of women (n = 158) and in 29.3% of men (n = 255). The incidence of systemic disease in males was significantly higher than females (p = 0.001, p <0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is important to have a detailed medical history in the individuals who apply to the dentist. Even if people do not have systemic diseases determination of blood pressure, heart rate and blood sugar values are important to prevent possible complications.

3.Efficacy of quantitative diffusion MR imaging for the differentiation of malignant and benign lung lesions
Cihan Şimşek, Necdet Poyraz
doi: 10.5505/vtd.2019.25902  Pages 6 - 11
GİRİŞ ve AMAÇ: Kantitatif difüzyon MR görüntüleme ile akciğer lezyonlarını değerlendirmek.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Diffüz ağırlıklı MR görüntüleme yapılan, akciğer lezyonu olan 120 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Akciğer lezyonlarının görünür difüzyon katsayısı (ADC) değerleri hesaplandı ve biyopsi sonuçlarıyla korele edildi.

BULGULAR: Benign akciğer lezyonlarının ADC değeri (2.03±0.09x10-3mm2/s) malign akciğer lezyonlarına göre (1.11±0.25x10-3mm2/s) göre anlamlı derecede yüksekti (p<0,001). Kestirim değeri 1.37x10-3mm2/s alındığında malign ve benign akciğer lezyonlarının ayırımında eğrinin altında kalan alan 0,94, doğruluk % 87,5, duyarlılık % 94,9 ve özgüllük %73,1 bulundu.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Kantitatif difüzyon MR görüntülemesi, benign ve malign akciğer tümörlerinin ayrımında kullanılabilir.
INTRODUCTION: To assess lung lesions with quantitative diffusion MR imaging.

METHODS: We retrospectively evaluated 120 patients with pulmonary lesions undergoing diffusion-weighted MR imaging. The ADC values of lung lesions were calculated and correlated with biopsy results.

RESULTS: The ADC of benign lung lesions (2.03±0.09x10-3mm2/s) was significantly higher (P<0.001) than that of malignant lung tumors (1.11±0.25x10-3mm2/s). Selection of 1.37x10-3mm2/s as a cut-off point for differentiating malignant from benign lung lesions revealed an area under the curve of 0.94, an accuracy of 87.5 %, a sensitivity of 94.9 %, and a specificity of of 73.1%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Quantitative diffusion MR imaging may be used for differentiation of benign from malignant lung tumors.

4.Evaluation of Chromosomal Anomalies and Polymorphisms in Primer Infertility, Azospermia and Habitual Abortion Patient Groups
Evren Gümüş
doi: 10.5505/vtd.2019.24571  Pages 12 - 17
GİRİŞ ve AMAÇ: İnfertilite, üreme yetisine sahip olan bir çiftin doğum kontrol yöntemi kullanmamasına rağmen, bir yıl düzenli cinsel ilişki durumunda gebeliğin elde edilememesi olarak tanımlanmaktadır. Çalışmamızda infertil bireyler üç ana grup altında incelenmiştir. Bu gruplar azospermi, habitüel abortus ve primer infertilite grupları olup, gruplarda gözlenen kromozomal anomali ve polimorfizmler retrospektif olarak incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2017- Ocak 2018 tarihleri arasında azospermi, tekrarlayan gebelik kaybı ve primer infertilite nedeniyle başvuran, 17-54 yaş arası, 1381 birey çalışmaya dahil edilmiş ve kromozom analizi sonuçları incelenmiştir.
BULGULAR: Olguların % 9.8’inde bir kromozom anomalisi ya da polimorfizm gözlendi. Tüm hasta grupları içinde polimorfizm görülme oranı % 5.65 olarak bulundu. Tüm olgu gruplarında görülen kromozom anomalili olgu oranı % 4.2 olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Gruplar arasında gözlenen kromozom anomalileri ve polimorfizm farklılıkları ülkemiz ve dünya literatür bilgileri ışığında tartışılmıştır. İlgili hasta grupları, özellikle de habitüel abortus hasta grubu kromozom analizi endikasyonu taşımasına rağmen, öncelikle daha sık gözlenen etiyolojik faktörlerin dışlanması gerektiği çalışmamızda vurgulanmıştır.
INTRODUCTION: Infertility is defined as the inability to achieve pregnancy despite regular sexual intercourse for one year, although a couple with fertility does not use contraception. In our study, infertile individuals were examined under three main groups. These groups are azoospermia, habitual abortion and primer infertility groups. Chromosomal anomalies and polymorphisms observed in groups were investigated retrospectively.
METHODS: Between January 2017 and January 2018, 1381 individuals aged 17-54 years who were referred for azoospermia, recurrent pregnancy loss and primary infertility were included in the study and the results of chromosome analysis were examined
RESULTS: A chromosome anomaly or polymorphism was observed in 9.8% of the cases. The rate of polymorphism was 5.65% in all patient groups. The chromosomal anomaly rate in all cases was 4.2%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Chromosomal polymorphism and anomaly differences among the groups were discussed in data of our country and world literatures. We emphasized that although the relevant patient groups, especially the habitual abortion patient group, have indications for chromosome analysis, we should first exclude the more frequently observed etiologic factors.

5.A Retrospective Analysis of Cases with Terra Firma-forme Dermatosis: Is It an Entity Related to Allergic Diseases?
Gürbüz Akçay, Emine Tuğba Alataş, Gürsoy Doğan
doi: 10.5505/vtd.2019.79037  Pages 18 - 23
GİRİŞ ve AMAÇ: Terra Firma-Forme Dermatozu (TFFD) az bilinen bir dermatozdur. Etiyolojisi tam olarak bilinmemektedir. TFFD'nun klinik özelliklerini, eşlik eden hastalıkları ve alerjik hastalıklarla olası bir bağlantıyı araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma sırasında toplam 869 pediatrik hasta muayene edildi. TFFD tanısı konmuş 41 hasta (% 2.19) çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, tıbbi öyküsü, aile öyküsü, lezyonların anatomik lokalizasyonları, fark edilme zamanı, başvuru şikayetleri, eşlik eden tanılar, laboratuar testleri ve total IgE düzeyleri değerlendirildi.
BULGULAR: Trunkal tutulum hastalarda en çok gözlenen alandı. 29 hastada (% 70.7) en az bir allerjik hastalık tespit edildi. Polikliniğe başvuran hastalar (0.107) ile TFFD'lu (0.707) hastalar arasındaki allerji oranı farkı istatistiksel olarak anlamlı bulundu (t-değeri = 8,345, P = 0.000). Total IgE düzeyleri incelenen 27 (% 65.85) hastanın 15'inde (% 55.5) yüksek bulundu. Alerjik hastaların kliniğe daha sık başvurdukları Mart-Ağustos aylarında TFFD'lu vakalar da daha sık görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız, TFFD'nun mevsimsel dağılımı, alerjik hastalıklarla eşzamanlılığı ve yüksek IgE düzeylerini dikkate alarak alerjik hastalıklarla ilişkili bir bulgu olabileceğini düşündürmektedir.
INTRODUCTION: Terra Firma-Forme Dermatosis (TFFD) is a little-known dermatosis. The etiology is not fully known. We aimed to investigate the clinical characteristics of TFFD, accompanying diseases, and a possible connection to allergic diseases.
METHODS: A total of 869 pediatric patients were examined within the study period. Forty-one patients (2.19%) diagnosed with TFFD were included in the study. Age, gender, medical history, family history of the patients, anatomic localizations of the lesions, time that the complaints were noticed, complaints on admission, accompanying diagnoses, laboratory tests, and total IgE levels were evaluated.
RESULTS: Truncal involvement was the most observed area in patients. At least one allergic disease was detected in 29 (70.7%) patients. The difference between the allergy ratio in the patients who were admitted to the outpatient clinic (0.107) and the patients with TFFD (0.707) was found significant statistically (t-value=8,345, P = 0.000). Total IgE levels were found to be high in 15 (55.5%) of 27 (65.85%) patients in whom the total IgE level was examined. In March-August, when allergic patients applied more frequently to the clinic, also cases with TFFD were seen more frequently.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study suggests that TFFD may be a finding associated with allergic diseases, considering the seasonal distribution of the disease, concurrence with allergic diseases, and high IgE levels.

6.Vitamin D Levels and Deficiency Etiology in Cancer Patients with Vitamin D Deficiency at The Time of Diagnosis
Hikmet Gülşah Tanyıldız, Gülsan Yavuz, Emel Ünal, Handan Dinçaslan, Nurdan Taçyıldız
doi: 10.5505/vtd.2018.37232  Pages 24 - 28
GİRİŞ ve AMAÇ: Hücre farklılaşması ve büyümesindeki düzenleyici rolü nedeni ile muhtemel kanser sıklığı ve D vitamini düzeyi arasında önemli bir ilişkiden bahsedilmektedir. Bu çalışmamızda kanser tanısı alan çocuk hastalarımızda D vitamini düzeylerini ve eksikliğe yol açan etiyolojik faktörleri araştırmayı planladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Birinci aşamada, 2011-2013 yılları arasında tanı alan 110 çocukluk çağı kanser hastasının D vitamini düzeylerine bakıldı. D vitamini düzeyi düşük ve normal olanlarda izlemde relaps görülme durumu araştırıldı. İkinci aşamada, D vitamin düzeyi ≤ 20 ng/ml 64 çocuk hastanın ailesine eksikliğe yol açabilecek nedenleri sorgulamak için anket soruları yöneltildi.
BULGULAR: Çalışmamızda 2011-2013 tarihleri arasında tanı alan 110 çocukluk çağı kanser hastasında D vitamini eksikliği %58 oranında saptandı. Tanıda D vitamini eksikliği olan tüm hastalarda relaps riski anlamlı olarak artıyordu. Düşük eğitim düzeyi ve gelir düzeyi olan ailelerde D vitamini düzeyini sağlamaya yetecek uygun yaşam koşullarının olmadığı anlaşıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Vitamin D’nin kansere karşı koruyucu ve olumlu prognostik etkilerini gösteren çok sayıda çalışma bulunmaktadır. Ancak ailelerin büyük bir kısmının D vitamininin çocukluk çağındaki önemi hakkında yeterli derecede bilgiye sahip olmadıkları anlaşılmıştır. Bu nedenle D vitamini eksikliğine karşı önlemler almanın çocukluk yaş grubu kanserlerinde tedavi sürecinde önemli olduğunu düşünüyoruz.
INTRODUCTION: An important relationship is believed to exist between the potential cancer risk and levels of vitamin D due to its regulatory role in cell differentiation and growth. The aim of this study was to evaluate vitamin D levels and the etiologic factors leading to its deficiency in children with a diagnosis of cancer.
METHODS: We first checked the vitamin D levels of 110 pediatric cancer patients diagnosed between 2011 and 2013 and investigated relapse rates in children with low and normal vitamin D levels. In the second stage, we administered a survey to the families of 64 children with a vitamin D level ≤ 20 ng/ml to determine the possible etiological factors for the deficiency.
RESULTS: The vitamin D deficiency rate in the 110 children diagnosed with cancer between 2011 and 2013 was 58%. There was a significant increase in relapse risk in children with vitamin D deficiency at the time of diagnosis. Evaluation of the epidemiological factors causing vitamin D deficiency revealed that the families' education and income levels were low and their living conditions were not suitable for an adequate supply of vitamin D.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Many studies have shown that vitamin D is protective against cancer and has beneficial prognostic effects. However, many families did not have sufficient information on the importance of vitamin D in childhood. We therefore believe it is important to take preventive measures against vitamin D deficiency during the treatment process of childhood cancers.

7.A retrospective analysis of patients with aortic dissection in the emergency unit
Mehmet Çağrı Göktekin
doi: 10.5505/vtd.2018.73792  Pages 29 - 33
GİRİŞ ve AMAÇ: Acil serviste aort diseksiyonu tanısı alan hastaların demografik, laboratuvar ve klinik olarak değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif olarak planlanan tek merkezli çalışmamızda Ocak 2012-Aralık 2017 tarihleri arasında acil servise müracaat eden hastalar tarandı ve BT Anjiografi ile Aort diseksiyonu tanısı alan 20 hastanın dosyaları incelenerek demografik verileri ve laboratuvar sonuçları hazırlanan standart veri formuna kayıt edildi.
BULGULAR: Çalışmaya toplam acil serviste aort diseksiyonu tanısı konulan 20 hasta alındı. Ortalama yaşı 63.50±13.2/yıl ve 13’ü erkek (%65) idi. Erkek/kadın oranı 1.85 idi. Hastaların acil servise en sık başvuru şikâyeti % 80 oranında (n=16) göğüs ağrısı idi. Ayrıca 3 hasta sadece bacakta ağrı/his kaybı, bir hastada ise sadece karın ağrısı ile acil servise başvurduğu tespit edildi. Elektrokardiyografik değerlendirmede ise hastaların % 50’inde (n=10) T dalga negatifliği, Standford sınıflamasına göre ise hastaların % 45’i (n=9) Standford Tip A iken % 55’i (n=11) Standford Tip B aort diseksiyonu olduğu olduğu tespit edildi. Standfort Tip A ve Standfort Tip B aort diseksiyonu olan hastaların vital bulguları ve laboratuvar değerlerinin karşılaştırılmasında anlamlı bir farklılığın olmadığı saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Klinik ve laboratuvar olarak acil serviste tanısı zor konulan ve kolaylıkla atlanılabilen ve mortalitesi yüksek olan aort diseksiyonu acil servis hekimlerinin sürekli olarak dikkat etmesi gereken bir hastalıktır. Özellikle atipik kliniği olan hastalarda daha da dikkatli davranılması gerekmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate demographic, laboratory and clinical findings of patients with aortic dissection in the emergency unit.
METHODS: Demographic and laboratory data of 20 aortic dissection patients diagnosed by CT angiography in the emergency unit between January 2012 and December 2017 were included in this retrospective, single-center study. The data were recorded in the forms created for the study.
RESULTS: Thirteen of the 20 patients were male (65%) and the mean age of the study group was 63.5 ± 13.2 years with a 1.85 male to female ratio. Most common complaint on admission to the emergency unit was chest pain, with a rate of 80% (n=16). Three patients had only pain/loss of sense in the leg, and one patient had only abdominal pain. Electrocardiographic evaluation revealed T wave negativity in 50% of the patients (n=10). There were no significant difference in the vital and laboratory findings of patients with Stanford Type A or Type B aortic dissection.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Aortic dissection, which is uneasy to diagnose with clinical or laboratory findings in the emergency unit, has a high mortality and is easily missable disease and therefore should be evaluated carefully by emergency unit physicians. Further attention should be paid for patients with atypical clinical manifestations.


8.Retrospective evaluation of neonatal patients treated with the diagnosis of lumbosacral meningocele or meningomyelocele
Özgür Demir
doi: 10.5505/vtd.2019.82335  Pages 34 - 38
GİRİŞ ve AMAÇ: Meningosel/meningomyelosel medullaspinalisin en sık saptanan malformasyonudur. Bu çalışmada, meningosel/meningomyelosel tedavisi konusunda klinik deneyimler raporlanarak bu gibi patolojiye sahip hastalara sonraki yaklaşımlarda yardımcı olmak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2013 ile 2017 yılları arasında kliniğimizde lumbosakral meningosel/meningomyelosel tanısıyla opere edilen 36 yenidoğan hastası retrospektif olarak incelenmiştir. Çalışmada; uygulanan cerrahi teknikler, eşlik eden patolojiler, nörolojik ve fizik muayene bulguları, karşılaşılan komplikasyonlar gibi veriler incelenip raporlanmıştır.
BULGULAR: Hastaların 6’ sında (%16.7) meningosel, 30’ unda (%83.3) ise meningomyelosel saptandı. Meningomyeloselli hastalarda kız sayısı (%63.3) fazla olarak tespit edildi. Nörolojik defisit meningomyeloselli hastalarda yüksek oranda (%90) tespit edildi. Hidrosefali hem meningoselli hem de meningomyeloselli (%50, %46.7) hastalarda çok sık eşlik eden patolojiydi. Kese eksizyonu sonrası gelişen sekonder hidrosefali için en önemli klinik bulgu meningoselli hastalar için baş çevresinde artış iken meningomyeloselli hastalar için ise insizyon alanından BOS sızıntısı idi. Hidrosefali tedavisinde en sık ventriküloperitoneal şant (%70.6) kullanıldı. Ventriküloperitoneal şant takılan meningomyeloselli hastanın %11.1’ inde şant enfeksiyonu gelişti. En sık etken Staphylococcus epidermidis olarak tespit edildi (%75).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hidrosefali meningosel/meningomyeloselli hastalarında tespit edilen en sık patolojiydi. Hidrosefali tedavisinde ventriküloperitoneal şant en sık kullanılan teknikti. Şant enfeksiyonu operasyon öncesi kesesi intakt olmayan hastalarda gelişti. Bu nedenle bu hastalarda öncelikle eksternal şant ile BOS sterilizasyonun sağlanması daha sonra internal şant operasyonu yapılması daha uygun bir tedavi seçeneği olabilir.
INTRODUCTION: Meningocele/meningomyelocele is the most common malformation of medullaspinalis. In this study, clinical experience with meningocele / meningomyelocele treatment was reported and it was aimed to assist the patient with such pathology in subsequent approaches.
METHODS: 36 newborn patients were retrospectively reviewed who had diagnosis as lumbosacral meningocele/meningomyelocele in our clinic between 2013 and 2017. In this study; applied surgical techniques, associated pathologies, neurological and physical examination findings, complications encountered were analyzed and reported.
RESULTS: Meningocele was detected in 6 (16.7%) and meningomyelocele was detected in 30 (83.3%) patients. In meningomyelocele patients, the number of girls (63.3%) was found to be higher. The neurological deficit was detected at high rate (90%) in the patients with meningomyelocele. Hydrocephalus was frequently accompanied with both meningocele and meningomyelocele (50%, 46.7%). The most important clinical finding for secondary hydrocephalus after pouch excision was an increase in head circumference for meningocele patients and CSF leakage for meningomyelocele patients. Ventriculoperitoneal shunt (70.6%) was the most common treatment for hydrocephalus. Shunt infection developed in 11.1% of the patients with meningomyelocele who underwent shunt treatment. The most common causative agent was Staphylococcus epidermidis (75%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hydrocephalus was the most common pathology detected in meningocele/meningomyelocele patients. Ventriculoperitoneal shunt is the most commonly used technique in the treatment of hydrocephalus. Shunt infection developed in the patients with non-intact sac before operation. Therefore, providing CSF sterilization with external shunt then internal shunt operation may be a more appropriate treatment option.

9.Clinical charactheristics, prognostic factors and outcome of 23-gauge pars plana vitrectomy in traumatic globe injuries with posterior segment complications
Dilek Yaşa, Mustafa Gürkan Erdoğan
doi: 10.5505/vtd.2019.44365  Pages 39 - 45
GİRİŞ ve AMAÇ: Arka segment tutulumu olan glob travmalarında prognostik faktörleri, klinik özellikleri ve 23-gauge pars plana vitrektomi sonuçlarını değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bir yıllık süre zarfında travmatik arka segment hasarı nedeniyle kliniğimizde 23-G pars plana vitrektomi uygulanan ve en az 1 yıl takip süresi bulunan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşları, cinsiyetleri, travma tipi, ve travmanın gerçekleştiği yer (kapalı ortam, açık ortam), intraoküler yabancı cisim varlığı, travma ile 23-gauge pars plana vitrektomi arasında geçen süre, cerrahi prosedür, takip süresi, arka segment hasarına eşlik eden travma ile ilgili diğer patolojiler, başlangıç ve son görme keskinlikleri ve komplikasyonlar analiz edildi.
BULGULAR: Yetmiş beş hastanın 75 gözü çalışma kapsamında değerlendirmeye alındı. Hastaların %92’si erkekti. Otuz (%40) hastada kapalı 45 (%60) hastada açık glob travması, yirmi sekiz (% 37) hastada intraoküler yabancı cisim bulunuyordu. Ameliyat sonrası görme keskinliği 31 (43%) hastada 5/200 ve üzerinde, 23 (%32) hastada 20/40 ve üzerinde idi. İntaoküler yabancı cisim bulunan hastalarda fonksiyonel başarı oranı daha yüksek bulundu. Ameliyat öncesi düşük görme keskinliği ve koroid dekolmanı varlığı daha düşük fonksiyonel başarı ile ilişkili bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Oküler travma sonrası görme kaybı multifaktöriyeldir ve hastada bireysel yaklaşım gerektirir. Ameliyat öncesi görme keskinliği. yaralanmanın tipi ve koroid dekolmanı varlığı önemli prognostik göstergelerdir.
INTRODUCTION: We report the clinical characteristics, prognostic factors and surgical outcomes of 23-gauge pars plana vitrectomy in eyes with traumatic posterior segment complications in a tertiary referral eye hospital in Turkey.
METHODS: Patients who underwent 23-gauge pars plana vitrectomy for surgical management of traumatic posterior segment complications were retrospectively reviewed. Patients who had at least 1 year of follow-up were included in the study. Ages and genders of the patients, trauma type, and trauma location (indoors vs. outdoors), presence of intraocular foreign body, time from trauma to 23-gauge pars plana vitrectomy, surgical procedure, follow-up time, associated ocular pathologies, presenting and final visual acuities, and postoperative complications were analyzed.
RESULTS: Seventy-five eyes of 75 patients were examined. Sixty-nine (92%) of the patients were male. Thirty (40%) patients had closed trauma and 45 (60%) had open globe trauma. Twenty-eight (37%) patients possessed an intraocular foreign body. Postoperative visual acuity was 5/200 or better in 31 (43%) patients and 20/40 or better in 23 (32%) eyes. Functional success was more common among patients with introcular foreign body. Low visual acuity (≤5/200) and choroidal detachment at presentation were associated with less functional success. Anatomical success rate was 75% in patients with retinal detachment.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Visual loss after ocular trauma is multifactorial, and an individualized approach is needed. Presenting visual acuity is a significant predictor of functional outcomes. Patients with an IOFB have a better prognosis.

10.Evaluation of Epilepsy Knowledge, Epileptic Concern and Sleep Quality in Patients with Epilepsy
Fettah Eren, Şerefnur Öztürk
doi: 10.5505/vtd.2019.26986  Pages 46 - 52
GİRİŞ ve AMAÇ: Epilepsi hastalığı, dünyada yaklaşık elli milyon insanı etkilemektedir. Bu hastalık hasta ve yakınlarında mesleki, sosyal ve evlilik ile ilgili kaygılara yol açmaktadır. Ayrıca uyku bozuklukları epilepsi hastalıklarında normalden daha sık görülmektedir. Hastalık ilişkili kaygı ve uyku bozukluğu hastalığın prognozunu olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Bu nedenle kaygı ve uyku durumunun değerlendirilmesi önemlidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2016-2017 yıllarında nöroloji polikliniğine başvuran, 18-85 yaş arası primer epilepsi hastaları alınmıştır. Hastaların demografik ve klinik özellikleri değerlendirilmiştir. 16 sorudan oluşan epilepsi bilgi ölçeği, 20 sorudan oluşan epilepsi kaygı ölçeği ve Pittsburgh uyku kalitesi anketi uygulanmıştır. Veriler SPSS Windows 16 sürümü ile değerlendirilmiştir.
BULGULAR: 49 (%48) kadın ve 53 (%52) erkek hasta katıldı. Yaş ortalamaları 31,86±11,04 idi. 12,11±12 yıldır epilepsi hastalıkları vardı. Ortalama 1,82±1,02 farklı epilepsi ilacı kullanmaktaydılar. Son 1 ayda ortalama 2,06±1,04 nöbet öyküleri vardı. Epilepsi bilgi ölçeği 10,56±3,24; kaygı ölçeği 61,28±6,82 ve uyku kalitesi de 8,22±3,27 olarak sonuçlandı. Hastalık ilişkili kaygılar ve uyku kalitesi arasında ise ilişki yoktu (r: 0,12; p: 0,23). Hastalık hakkında sahip olunan bilgiler ile kaygılar arasında zayıf bir ilişki saptandı (r: 0,35; p: 0,09). Nöbet sıklığı ile uyku bozukluğu arasında ise daha kuvvetli bir ilişki vardı (r: 0,47; p: 0,04).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastalar, epilepsi hastalığı hakkında orta düzey bilgiye ama yüksek düzey kaygıya sahipti. Hastalarda çoğunlukla uyku bozukluğu vardı. Bu nedenle, hastaların takip ve tedavileri sırasında hastalık ilişkili kaygılarına ve uyku bozukluklarına da yer verilmesi önemlidir.
INTRODUCTION: About fifty million people have epilepsy in the world. This disease leads to concerns about occupational, social and marital in patients and their relatives. In addition, sleep disorders are more common in epileptic patients than normal. Disease-related concern and sleep disoder can affect negative the prognosis of disease. So, it is important to evaluate concern and sleep disorder.
METHODS: Primary epilepsy patients were included between the ages of 18 and 85 who applied to the neurology clinic in 2016-2017. Demographic and clinical characteristics of the patients were evaluated. Epilepsy knowledge questionnaire and consisting of 16 questions, epilepsy concern scale consisting of 20 questions and Pittsburgh sleep quality tests were made. The results were evaluated with SPSS Windows 16 version.
RESULTS: 49 (%48) female and 53 (%52) male patients included. The mean age was 31,86±11,04. There were epileptic disease for 12,11±12 years. 1,82±1,02 different epilepsy medications were used. There were 2,06±1,04 seizures in the last month. Epilepsy knowledge questionnaire was 10,56±3,24; concern scale was 61,28±6,82 and sleep quality test was 8,22±3,27. Not relationship was found between disease-related concern and sleep quality (r: 0,12; p: 0,04). A low relation was found between the knowledge about the disease and concern (r: 0,35; p: 0,09). There was stronger relationship between seizure frequency and sleep disorder (r: 0,47; p: 0,04).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Patients had moderate knowledge but high level concern about epilepsy. Most of them had sleep disorder. So, disease-related concern and sleep disorder should also be evaluated during follow-up and treatment of patients.

11.The Effect of Blood Ethanol Level on Mortality in Patients with Trauma
Burak Altan, Muhammed İkbal Şaşmaz
doi: 10.5505/vtd.2019.83713  Pages 53 - 60
GİRİŞ ve AMAÇ: Travmatik yaralanma ve ölümler tüm dünyada önemli bir sağlık sorunu olarak kabul edilir. Travmanın şiddetini saptamak için ortaya konulan ölçütlerin ölçülebilir ve karşılaştırılabilir objektif kıstaslar olması gerekir. Türkiye‘de trafik kazalarının ciddi bir kısmının etanol alımıyla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bu çalışmada acil servise trafik kazası nedeniyle başvuran hastaların kan etanol düzeyi ile travmanın ciddiyeti ve mortalite arasında anlamlı bir ilişkinin olup olmadığının araştırdık.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma Acil Tıp Kliniğine 1 Haziran 2012- 1 Haziran 2013 tarihleri arasında trafik kazası sonucu gelen veya getirilen 720 hasta üzerinde yapıldı. Çalışma 360 etanollü hasta ile aynı dönem içinde başvuran, 360 etanolsüz hasta arasında yaş, cinsiyet, travma zamanı, travma mekanizması, Glasgow Koma Skalası, travma Skorları ve hastaların tedavi süreçleri karşılaştırıldı. Etanolün travma üzerinde olan etkisi incelendi. Veriler SPSS (Statistical Package for Social Sciences) Windows 19.0 programı kullanılarak değerlendirildi. Değerlendirme amacıyla Kolmogorov Smirnov Ki-kare, Mann Whitney u testi ve Kruskal Wallis testleri kullanıldı. Sonuçlar % 95‘lik güven aralığında, anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirildi.

BULGULAR: Çalışmamızdaki hastaların yaş ortalaması 35.19±13.14 olup, %80.1‘i erkekti. Travma hastalarında cinsiyet ve yaşın etanolle ilişkisi saptanamadı (p>0.05). Travmalar en sık hafta sonu ve 16: 00 sonrasında gelişmiş olup etanollü hastaların başvuru saatleri özellikle 00: 00 - 04: 00 arasında olduğu görüldü (p<0.05). Etanollü ve etanolsüz hastalarda GKS ve RTS açısından fark saptanmazken, ISS ve TRISS düzeyleri etanollü hastalarda anlamlı olarak yüksek saptandı (p<0.05). Etanollü ve etanolsüz hastaların acil servisten taburculuk oranları ve mortaliteleri açısından anlamlı fark yoktu (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak; trafik kazası sebebiyle acil servise getirilen hastalarda etanol düzeyinin yol göstericiliği olmakla birlikte, travmanın şiddetinin bireyler üzerinde yapmış olduğu etki acil servis açısından daha anlamlıdır.
INTRODUCTION: Traumatic injuries and deaths are considered an important health problem in worldwhile. Criteria to detect the severity of the trauma must be measurable and comparable objective criteria. A significant portion of the traffic accidents in Turkey were found to be associated with ethanol intake. In this study, we tried to find out the relationship between blood alcohol level and trauma mortality and severity of traffic accident patients.
METHODS: This study was performed on 720 patients who applied to our Emergency Department from 1 June 2012 to 1 June 2013. We performed the study on 360 intoxicated and alcohol free patients at similar characteristics. Our variables were age, gender, trauma time, trauma mechanism, Glasgow Coma Scale, trauma scales and patient recovery process, and blood alcohol levels. Data was analysed with SPSS (Statistical Package for Social Sciences) Windows v.19.0 performing Kolmogorov Smirnov, Chi-square, Mann Whitney U test and Kruskal Wallis test. p<0.05 was defined as statistically significant.
RESULTS: The mean age of the patients was 35.19±13.14. 80.1% of the patients were male and 19.9% were female. No statistically significant data was collected between gender age and alcohol levels (p>0.05). Traumas mostly occur at weekends and at 16: 00 o‘clock. Patients with alcohol intoxication usually met between 00: 00 - 04: 00 (p<0.05). No statistically relevant data were shown between GCS and RTS between intoxicated and non-intoxicated patients but ISS and TRISS levels were statistically higher in alcohol intoxicated patients (p<0.05). Administration rates and mortality were not effected (p<0.05).

DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result; ethanol levels affects the trauma severity on intoxicated traffic accident victims that was brought to Emergency Department. However, the impact of the severity of trauma on the individual is more significant in terms of Emergency Departments.

12.Post Tonsillectomy Bleeding; Possible Risk Factors
Zülküf Kaya, Vahit Mutlu
doi: 10.5505/vtd.2019.78790  Pages 61 - 66
GİRİŞ ve AMAÇ: Tonsillektomi sonrası kanama (TSK) hâlâ sık rastlanan ve yaşamı tehdit eden acil bir komplikasyondur. Kanamaya neden olan faktörlerin bilinmesi kanamayı engellemede yararlı olabilir. Bu çalışma ile kliniğimizde yapılan tonsillektomi sonrası meydana gelen kanama insidansını tespit ederek, bu komplikasyonun oluşumunda etken olan risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2013-Aralık 2017 tarihleri arasında kliniğimizde tonsillektomi yapılıp TSK nedeniyle takip ve tedavi edilen hastaların tıbbi kayıtları geriye dönük incelendi. Hastaların tümü yaş, cinsiyet, uygulanan ameliyat yöntemi, kanamanın ciddiyeti, tonsil yatağında enfeksiyon varlığı ve mevsimlerle olan ilişkisi açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Toplam 667 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 8,5±12,5 olup bunların 498(%73,3)’i çocuk, 178(%26,7)’i yetişkin idi. TSK insidansı yetişkinlerde (%21,3), çocuklardan (%4,3) daha fazla görüldü (p<0,05). TSK’sı olan vakaların 35(%59,9)’inin soğuk, 24(%40,1)’ünün ise sıcak diseksiyon yöntemiyle ameliyat edildiği görüldü. Soğuk diseksiyonun kanama insidansı %10,9 iken sıcak diseksiyonun %6,9 bulundu (p<0,05). TSK’sı olan vakaların %25,4’inde tonsil yatağında enfeksiyonu belirlendi. Mevsimlere göre değerlerdirildiğinde ise kanamaların çoğunun (%76) soğuk aylarda meydana geldiği görüldü (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tonsillektomide diseksiyon yöntemi olarak sıcak diseksiyon yöntemi seçilmeli, ameliyat sonrası gelişebilecek enfeksiyon önlenmeli, ileri yaşta ve soğuk mevsimlerde kanamanın artma ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır.
INTRODUCTION: Post tonsillectomy bleeding (PTB) is still one of the most common and life-threatening urgent complications. Knowing the factors that cause bleeding can be helpful in preventing the bleeding. With this study, we aimed to determine the risk factors for the occurrence of this complication by determining the incidence of bleeding after tonsillectomy in our clinic.
METHODS: Medical records of patients who underwent tonsillectomy in our clinic between January 2013 and December 2017 and were followed up and treated due to PTB were retrospectively reviewed. All patients were evaluated for age, sex, operative method applied, severity of bleeding, presence of infection in the tonsil bed, and relationship of the bleeding to the seasons.
RESULTS: A total of 667 patients were included in the study. The mean age of the patients was 8.5 ± 12.5; 498(73.3%) were children and 178(26.7%) were adult. The incidence of PTB was higher in adults(21.3%) than in children(4.3%)(p <0.05). It was observed that 35(59.9%) of the cases with PTB were operated with cold and 24(40.1%) with hot dissection method. The incidence of bleeding of cold dissection was 10.9% while the rate of hot dissection was 6.9%(p <0.05). 25.4% of cases with PTB showed infection in the tonsil bed. When evaluated according to the seasons, it was seen that most of the bleedings(76%) occurred during the cold months(p <0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The hot dissection method should be chosen as the dissection method of tonsillectomy, the infection that can develop after surgery should be prevented, and the possibility of bleeding in advanced ages and during the cold seasons should be considered.

13.Clinical Radiologıcal Assesment in Patients With Adrenal Incidentaloma
Mehmet Erdem, Saliha Yıldız
doi: 10.5505/vtd.2019.72324  Pages 67 - 72
GİRİŞ ve AMAÇ: Merkezimize adrenal kitle ile başvuran hastaların klinik ve radyolojik değerlendirmesini yapmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 01.01.2015–01.01.2017 tarihleri arasında Adrenal insidentaloma tanısı alan 139 hastanın demografik verilerini, görüntülemelerdeki adrenal insidentaloma karakterini, sağ-sol tutulumunu, hormonal olarak fonksiyonel-nonfonksiyonel olup olmadığını, adrenalektomi olanların patoloji sonuçlarını ve kliniklerini retrospektif olarak inceledik.
BULGULAR: Vakaların %69’u kadın (n: 95), %31’i erkekti (n: 44). Bu hastalardan 99’u BT, 38’i MRG ve 2’si PET sonuçlarına göre değerlendirilmiştir. Görüntülemelerde %39,6 sağ, %67,6 sol ve %7,2 bilateral sürrenal tutulum gözlendi. Adrenal insidentalomaların kitle çapı 1-90 mm idi. Adrenal insidentalomalı hastaların %23’ü (n: 32) opere edilmişti. Patoloji sonuçlarına göre insidentalomalar; 14 (%43,75) adrenal kortikal adenom, 8/139 inde (%5,8) feokromasitoma, 4 (%12,5) bilateral adrenal hiperplazi, 2 (%6,25) adrenal kortikal karsinom, 1 (%3,12) lipom, 1 (%3,12) matür kistik teratom, 1 (%3,12) ganglionöroma ve 1 (%3,12) kollizyon tümörü olarak değerlendirilmiştir.
Klinikopatolojik değerlendirme sonucu; adrenal insidentalomalı hastalardan 46/139 sında (%33,1) hipertansiyon, 18/139 inde (%12,9) Diyabetes Mellitus (9 unda hipertansiyon birlikte), 16/139 sında (%11,5) Cushing sendromu (4 ünde hipertansiyon, 3 ünde diyabet ve hipertansiyon), 8/139 inde (%5,8) feokromasitoma, 5/139 inde (%3,5) adrenal hiperplaziye bağlı hiperaldosteronizm ve 3/139 ünde (%2,1) Conn sendromu (1 inde diyabet) olduğu görüldü. Patoloji sonucu Kortikal adrenal hiperplazi ile sonuçlanan 4 hastanın ikisi Cushing sendromu, biri Primer hiperaldosteronizm tanılıydı. Adrenal kortikal adenomlu hastaların %85.7’si hormonal olarak aktifti.
Fonksiyonel adrenal kitle olarak değerlendirilen 18 hastanın lezyon çapı 40 mm den az, çap ortalaması 23.1 mm idi. Diğerlerinin lezyon çapları 44 mm ve 60 mm idi. Conn sendromu tespit edilen 11 mm’lik lezyon görüntülemede kalsifik olarak tespit edilmişti. Opere edilen 2 nonfonksiyonel kortikal adenomun çapları ise 40 mm ve 90 mm idi. Görüntülemelerde 4 hastada kalsifikasyon tespit edildi. Bu hastalardan 2’si opere oldu. Patoloji sonucu biri adenom diğeri adrenal kanser olarak geldi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Serimizdeki adrenal insidentaloma vakalarının çoğu non fonksiyone adenomdur. Fonksiyone adenomlar içinde klinik olarak en çok Cushing sendromu ve daha sonra ise hiperaldosteronizm tespit edilmiştir. Kitlelerin cerrahiye gidişinde fonksiyon görmeleri ve boyutları belirleyicidir.
INTRODUCTION: To evaluate the clinical and radiological results of adrenal masses of patients admitted to our center.
METHODS: The demographic data of 139 patients admitted to Van YuzuncuYil University Dursun Odabasi Medikal Faculty Department of Endocrinology and Metabolism with adrenal incidental disease diagnosis from 01.01.2015 to 01.01.2017 were examined. The characteristics of adrenal incidentaloma, the right-left involvement, functional-nonfunctional hormones, and the pathology results and clinics of adrenalectomy patients were studied retrospectively.
RESULTS: 69% of the cases were female (n: 95), 31% were male (n: 44). 99 of these patients were assessed with CT, 38 with MRI, and 2 with PET results. The surrenal involvement was in the right in 39.6%, in the left in 67.6% and bilateral in 7.2%. The mass diameter of adrenal incidentalomas was 1-90 mm. 23% of patients with adrenal insufficiency (n: 32) were operated. Incidentalomas according to pathology results were as follow: adrenal cortical adenoma in 14 (43.75%), pheochromocytoma in 8/139 (5,8%), bilateral adrenal hyperplasia in 4 (12,5%), adrenal cortical carcinoma in 2 (6,25%), lipomas in 1 (3,12%), mature cystic teratomas in 1 (3,12%), ganglioneuromas in 1 (3,12%) collision tumor in 1 (3,12%).
Result of clinicopathological evaluation of patients with adrenal incidentaloma; there was hypertension in 46 of cases (33,1%), Diabetes Mellitus (along with hypertension) in 18 (12,9%), cushing syndrome (hypertension in 4, diabetes and hypertension in 3) in 16 (11,5%), pheochromocytoma in 8 (5,8%), hyperaldosteronism due to adrenal hyperplasia in 5 (3,5%) and Conn syndrome in 3 (2,1%). 2 of the 4 patients with cortical adrenal hyperplasia were diagnosed with Cushing's syndrome and one with primary hyperaldosteronism. 85.7% of patients with adrenal cortical adenoma were hormonally active. The lesion diameter of 18 patients with functional adrenal mass was less than 40 mm, and the mean diameter was 23,1 mm. The lesion diameters of the others were 44 mm and 60 mm. A 11-mm lesion with Conn's syndrome was detected as calcific on imaging. The diameters of the 2 nonfunctional cortical adenomas were 40 mm and 90 mm. Imaging revealed calcification in 4 patients. 2 of these patients were operated. As a result of pathology one was adenoma, the other was adrenal cancer.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Most of the adrenal incidental cases in our series are nonfunctional adenomas. Among the functional adenomas, Cushing's syndrome was the most common and the second was hyperaldosteronism. The factors that lead to the operation of the masses are function and size.

14.In-Vitro Comparison of The Validity and Reproducibility of Laser Fluorescence and Electrical Method in the Diagnosis of Initial Occlusal Caries
Serdar Akarsu, Sultan Aktuğ Karademir
doi: 10.5505/vtd.2019.44711  Pages 73 - 78
GİRİŞ ve AMAÇ: Okluzal çürüğün başlangıç düzeyindeyken teşhis edilmesi koruyucu tedaviler veya minimal invaziv yaklaşımlar ile tedavi edilebilmesini sağlar. Bu nedenle günümüzde geleneksel çürük teşhis yöntemlerine (görsel, dokunmasal ve radyografik) alternatif olarak lazer floresans ve elektriksel sistemlerin kullanıldığı yeni çürük teşhis yöntemleri geliştirilmiştir. Bu çalışmanın amacı; başlangıç düzeyindeki okluzal çürüklerin teşhisinde lazer floresans (DIAGNOdent Pen, KaVo, Almanya) ve elektriksel yöntemin ( ECM IV Lode, Groningen, Hollanda) doğruluğunu ve tekrarlanabilirliğini in vitro olarak karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız periodontal veya ortodontik nedenle çekilmiş makroskobik olarak bozulmamış 80 premolar diş üzerinde yapıldı. Dişlerin okluzal yüzeyleri florür içermeyen proflaksi patı ve döner fırça kullanarak temizlendi. Dişlerin okluzal yüzeylerinden fotoğraflar alınarak değerlendirilecek nokta belirlendi. 2 deneyimli dişhekimi tarafından okluzal yüzeylerdeki belirlenen noktalar DIAGNOdent Pen ve ECM IV kullanılarak değerlendirildi. 1 hafta sonra aynı işlemler tekrarlandı. Bağımsız bir dişhekimi ve histoloji uzmanı tarafından kesit alınmış dişler değerlendirildi. Verilerin istatistiksel olarak değerlendirilmesinde ağırlıklı kappa değerleri hesaplandı.
BULGULAR: Her iki teşhis yöntemi de histoloji ile iyi düzeyde uyuma sahip iken DIAGNOdent Pen’in gözlemci içi (1.Gözlemci κw: 0,751; 2.Gözlemci κw: 0,711) ve gözlemciler arası tekrarlanabilirliğin (1.Gözlem κw: 0,643; 2.Gözlem κw: 0,619) ECM IV ün gözlemci içi (1.Gözlemci κw: 0,635; 2. Gözlemci κw: 0,681) ve gözlemciler arası tekrarlanabilirliğinden (1.Gözlem κw: 0,632; 2.Gözlem κw: 0,603) daha yüksek olduğu bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Lazer floresans ve elektriksel yöntemler okluzal çürük teşhisinde doğru ve tekrarlanabilir sonuçlar verebiliği için klinikte ve epidemiyolojik çalışmalarda geleneksel yöntemlere alternatif olarak kullanılabilir.
INTRODUCTION: Diagnosis of early occlusal caries lesions allows treatment with preventive treatments or minimally invasive approaches. For this reason, new caries diagnostic methods using laser fluorescence and electrical systems have been developed as an alternative to conventional caries diagnosis methods (visual, tactile and radiographic). The aim of this study was to compare the validity and reproducibility of the laser fluorescence system (DIAGNOdent Pen, KaVo, Germany) and the electrical system (ECM IV Lode, Groningen, The Netherlands) in the diagnosis of initial occlusal caries lesions
METHODS: Our study was performed on 80 premolar teeth that were macroscopically extracted due to periodontal or orthodontic reasons. Two dental practitioners evaluated the points on the occlusal surfaces using DIAGNOdent Pen and ECM IV. The same procedure was repeated after 1 week. The teeth were examined by an independent dentist and histology specialist. Weighted kappa values were calculated statistically.
RESULTS: Both diagnostic methods demonstrated good compatibility with histology, whereas DIAGNOdent Pen's intra-observer reproducibility (observer 1 κw: 0,751; observer 2 κw: 0,711) and inter-observer reproducibility (observation 1 κw: 0,643; observation 2 κw: 0,619) was found to be higher than ECM IV‘s intra-observers reprocubility (Observer 1 κw: 0,635, observer 2 κw: 0,681) and inter-observer reprodubility (Observation 1 κw: 0,632; Observation 2: κw: 0,603).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Laser fluorescence and electrical system can be used as an alternative to conventional methods in clinical and epidemiological studies to give valid and reproducibly results in the diagnosis of occlusal caries.

15.The analysis of laboratory sample rejections and the effect of training on the rejection rate
Aysun Ekinci
doi: 10.5505/vtd.2019.03521  Pages 79 - 84
GİRİŞ ve AMAÇ: Preanalitik hataların yönetimi hasta sonuçlarının daha etkin ve güvenilir olarak çalışılmasına katkı sağlamada önemli bir yere sahiptir. Bu çalışmanın amacı preanalitik döneme ait numune reddinin görülme sıklığını tespit etmek, sınıflamak, eğitimin hatalar üzerine etkisini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2016’nın ilk altı ayı reddedilen numuneler analiz edildi. Red oranları preanalitik hatalar ve analiz edildiği yere göre sınıflandırıldı. Eğitimden sonra yılın ikinci yarısında tekrar aynı analiz yapılarak eğitimin numune red oranlarına etkisi takip edildi.
BULGULAR: 2016 yılının ilk yarısı 641.218, son yarısı 603.688 numune 1 yılda toplam 1.244.906 numune kabul edildi. İlk 6 ay 7908 son 6 ay 8150, 1 yılın sonunda 16058 numune reddedildi. Toplam numune red oranı %1.29, ilk 6 ay %1.23, son 6 ay %1.35 idi. En sık neden pıhtılı numune (%62.73) ikinci sırada yetersiz numune (%18.8) tespit edildi. Pıhtılı numuneler sıklıkla kan gazı ve hemogram (tam kan sayımı) numunelerinde görüldü. Eğitim sonrasında biyokimya, hemogram ve HbA1c biriminde çalışılan numunelerin red oranlarında azalma saptandı (p< 0.05). Red nedenlerine göre azalma ise yanlış istem ve hatalı barkodlama olan numunelerde istatistiksel olarak anlamlıydı (p< 0.05).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Kaliteyi iyileştirmek için eğitimlerin sıklığını artırmak tanımladığımız hataların tümünde beklenen azalmaya ulaşmamıza yardımcı olacaktır.
INTRODUCTION: The management of preanalytical errors is an important role in contributing to the more effective and reliable study of patient outcomes. The aim of this study is to determine the frequency of the sample rejection of the preanalytical turn, to classify, to evaluate the effect of the education on errors.
METHODS: : The rejected samples for the first six months of 2016 were analyzed. Red rates were classified according to the preanalytical errors and the place where they were analyzed. After the training, the same analysis was conducted again in the second half of the year and the effect on the sample rejection rates was followed.
RESULTS: The first half of 2016 was 641.218, the last half 603.688 samples 1.244.906 samples were accepted in 1 year. In the first 6 months 7908 the last 6 months 8150, at the end of 1 year 16058 samples were rejected. The total sample rejection rate was 1.29%, 1.23% in the first 6 months and 1.35% in the last 6 months. The most frequent cause was the clotted sample (62.73%) and the insufficient sample (18.8%). Clotted samples were often seen in blood gas and hemogram (whole blood count) samples. There was a decrease in the rejection rates of the samples in biochemistry, hemogram and HbA1c after training (p <0.05). Decrease according to the reasons for rejection was statistically significant in false request and false barcode samples (p <0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Increasing the frequency of trainings to improve quality will help me achieve the expected reduction in overall deficiencies.

16.Factors Affecting Mortality in Respiratory Intensive Care Patients
Mehmet Kabak
doi: 10.5505/vtd.2019.92499  Pages 85 - 90
GİRİŞ ve AMAÇ: Yoğun Bakım Ünitesi’ne (YBÜ) yatan hastalarda mortalite oranı yüksektir. Mortaliteyi etkileyen risk faktörlerinin bilinmesi, hastanın prognozunun belirlenmesinde önemlidir. Bu çalışma; YBÜ’ne yatan hastaların prognozunu belirlemede, skorlama sistemleri ile beraber ilk ve üçüncü günkü laboratuvar değerlerinin karşılaştırmak amacıyla planlandı.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Kasım 2013-Nisan 2014 tarihlerinde solunumsal yoğun bakımdan 86 hasta, retrospektif olarak çalışmaya dahil edildi. Yatış esnasında SOFA (Sequential Organ Failure Assesment), APACHE II (Acute Pysiology And Chronic Health Evaluation), GKS(Glaskow Koma Skoru) ve SAPS II (Simplified Acute Physilogy Score) skorları hesaplandı. Tüm hastalardan YBÜ’ne geldiği ilk saatlerde ve 72 saat sonunda laboratuvar parametreleri çalışıldı. Sonuçlar ölenler ve yaşayanlar arasında karşılaştırıldı.


BULGULAR: Ölen hastalarda, SOFA, APACHE II ve SAPS II skoru ölmeyen hastalara göre istatistiksel olarak anlamlı ölçüde daha yüksek hesaplandı. GKS ise istatistiksel olarak daha düşük hesaplandı (p<0,001). Hastaların kabul edildiği anda ve üçüncü günde bakılan laboratuvar değerlerinde fosfor düzeyinde anlamlı farklılık saptandı(p<0,05). Diğer parametrelerde mortalite için anlamlı bir değişiklik tespit edilmedi.


TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, YBÜ’ne yatan hastalarda, skorlama sistemleri prognozu belirlemede önemli bir yere sahiptir. Diğer taraftan 72 saat sonra bakılan laboratuvar değerlerinin değişiminde fosfor düzeyindeki düşüşler istatistiksel olarak mortalite için anlamlıydı.


INTRODUCTION: Mortality rate is high in patients who are hospitalized in the Intensive Care Unit (ICU). Knowing the risk factors affecting mortality is important in determining the prognosis of the patient. This work; It was planned to compare the first and third day laboratory values with the scoring systems in determining the prognosis of the patients admitted to the YBU.


METHODS: From November 2013 to April 2014, 86 patients from respiratory intensive care unit were included in the retrospective study. Sequential Organ Failure Assesment (SOFA), Acute Pysiology And Chronic Health Assessment (APACHE II), GCS (Glaskow Coma Score) and SAPS II (Simplified Acute Physilogy Score) scores were calculated during hospitalization. Laboratory parameters were studied at the first hours and at the end of 72 hours for all patients. The results were compared between the dead and the living.


RESULTS: In the patients who died, SOFA, APACHE II and SAPS II scores were statistically significantly higher than patients who did not die. GCS was statistically lower (p <0.001). Significant differences were found in the phosphorus levels of the patients at the time of admission and at the third day (p <0,05). There was no significant change in mortality for other parameters.

DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, scoring systems have an important role in determining the prognosis in patients admitted to YBU. On the other hand, the decrease in phosphorus level in the change of laboratory values observed on the third day was statistically significant for mortality.



17.The evaluation of factors effecting sleepiness and tiredness of emergency medicine residents with Piper tiredness scale and Epworth sleepiness scale in a training and research hospital in Istanbul
Mehmet İz, Hakan Topaçoğlu, Özlem Dikme, Erhan Bayıl, Mehmet Emin Layık, Fatma Betül Ay İz, Özgür Dikme
doi: 10.5505/vtd.2019.75010  Pages 91 - 96
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada İstanbul’daki eğitim ve araştırma hastanelerinde çalışan acil tıp asistanlarında uykululuk ve yorgunluk düzeyinin belirlenmesi ve etkileyen faktörlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma prospektif, kesitsel bir anket çalışması olarak düzenlendi. İstanbul’daki Eğitim ve Araştırma Hastanelerinde 2013 yılında çalışmakta olan acil tıp asistanları üzerinde yapıldı. Çalışmanın yapıldığı dönemde toplam 240 acil tıp asistanı olduğu saptandı. Çalışmaya katılımda gönüllük esası alındı. Çalışmaya katılan hastane çalışanlarına ankete dayalı form dağıtıldı. Çalışmada yorgunluk ve uykululuk ölçümünde Piper Yorgunluk Ölçeği ve Epworth Uykululuk Ölçeği kullanıldı. Katılımcılar ayrıca bazı sosyodemografik faktörlere ait anketi cevaplandırdı.
BULGULAR: Çalışmaya yaş ortalamaları 29,8±3,7yıl olan 130 (%67,4) erkek 63 (%32,6) kadın toplam 193 Acil Tıp Asistanı dahil edildi (Katılım oranı %80,4). Piper Yorgunluk Ölçeğinde acil tıp asistanlarının genel yorgunluk süresi en sık %55,4 ile aylar olarak saptanmıştır Acil Tıp asistanlarının %12,4’ünün yorgunluk hissetmediği belirtmiştir. Piper Yorgunluk Ölçeğinde genel yorgunluk süresi ile acil tıp asistanlarının yaş ortalamaları, cinsiyet, medeni hal, çocuk, kronik hastalık varlığı ilaç kullanımı, kullandığı ilaç tipi, sigara kullanımı, asistanlık süresi, meslekteki toplam süresi, nöbet saati, aylık çalışma süresi ve pratisyenlikte acil serviste çalışma durumunda istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. Epworth Uykululuk Ölçeğine göre asistanların %66,8’i normal gündüz uykululuk hali, %26,4’ü artmış gündüz uykululuk hali, %6,7’si şiddetli gündüz uykululuk hali saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Acil Tıp asistanları arasında özellikle ağır çalışma koşulları, yoğun ve vardiyalı iş temposu, eşlik eden stres faktörleri uykululuk ve yorgunluk düzeyini arttırmaktadır.
INTRODUCTION: This study is aimed to determine and evaluate the factors which affect the level of sleep and fatigue among the emergency medicine residents working at education and research hospitals in Istanbul.
METHODS: This is a prospective and cross-sectional survey study that was carried out among emergency medicine residents working at education and training hospitals in İstanbul in 2013. At the time of study, we have revealed a total of 240 emergency medicine residents. The study was based on voluntary participation. Survey forms were distributed to the participants. İn the study Piper Fatigue Scale and Epworth Sleep Scale are used for measurement of fatigue. Participants also answered the survey related to demographic factors.
RESULTS: There are 130 male and 63 female emergency medicine residents at the mean age 29,8±3,7 (Participation rate 80,4%). According to Piper Fatigue Scale, the most common fatigue time of emergency medicine residents is detected 55,4% as months. 12,4% of residients never feel fatigue. At Piper Fatigue Scale, there was no statistically differences between general fatigue times and rates of age, sex, marital status, children, chronic illness, drug use, drug type, tobacco use, duration of residency, total profesion time, guard time, month study period, general practice in emergency department of emergency residients.. According to Epworth Sleep Scale 66,8% of residients were determined normally sleepy, 26,4% sleepy and 6,7% very sleepy.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Severe working conditions, intense and shift working and stress factors increase the level of sleep and fatigue among emergency medical residients.

18.Single-port bilateral endoscopic thoracic sympathectomy for the treatment of hyperhidrosis
İlhan Ocakcıoğlu
doi: 10.5505/vtd.2019.53325  Pages 97 - 102
GİRİŞ ve AMAÇ: Hiperhidrozis hastaların yaşam kalitesini etkileyen aşırı terleme bozukluğudur. Günümüzde endoskopik torakal sempatektomi hastalığın güvenli ve etkili bir şekilde çözümünü sunmaktadır. Bu çalışmada, hiperhidrozis’in cerrahi tedavisinde tek port tekniği ile yapılan endoskopik torakal sempatektominin etkinliğini ve sonuçlarını araştırmayı amaçladık.


YÖNTEM ve GEREÇLER: 2013 ile 2017 tarihleri arasında kliniğimize palmar hiperhidrozis ve/veya aksiller hiperhidrozis tanıları ile başvuran toplam 35 hastaya bilateral endoskopik torakal sempatektomi ameliyatı uygulandı. Hastalar yaş, cinsiyet, uygulanan ameliyat tekniği, ameliyatın süresi, ameliyat sırasında ve ameliyat sonrası gelişen komplikasyonlar, hastanede kalış süreleri, hasta memnuniyeti, 24. saat vizüel analog skala, kompansatris terleme, takip süresi ve nüks yönünden retrospektif olarak değerlendirildi.


BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 22.7 olup, 27’si erkek, 8’i kadın idi. Hastaların 19’unda avuç içi terlemesi, 10’unda avuç içi ve koltuk altı terlemesi ve 6’sında sadece koltuk altı terlemesi mevcuttu. Ameliyat süresi ortalama 14.1 dakika ve hastanede kalış süresi ortalama 2.4 gün idi. Ameliyat sonrası 24. saat vizüel analog skala ağrı skoru 3.2 idi. Ortalama takip süresi 13 ay ve takip süresi boyunca hastaların ikisinde (%5.7) kompansatris terleme gözlendi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Tek port torakoskopik sempatektomi palmar ve aksiller hiperhidrozisin cerrahi tedavisinde etkili ve güvenilir bir yöntemdir.

INTRODUCTION: Hyperhidrosis is an excessive sweating disorder that affects patients' quality of life. Today, endoscopic thoracic sympathectomy offers a safe and effective solution of the disease. In this study, we aimed to investigate the effectiveness and outcomes of the endoscopic thoracic sympathectomy by single-port technique in the surgical treatment of hyperhidrosis.

METHODS: Between 2013 and 2017, a total of 35 patients admitted to our clinic with palmar and/or axillary hyperhidrosis underwent bilateral endoscopic thoracic sympathectomy. These cases were evaluated retrospectively with respect to age and sex, surgical technique, operation time, intraoperative and postoperative complications, duration of hospitalization, patient satisfaction, visual analog scale at 24th hour, compensatory sweating, follow-up time and recurrence.

RESULTS: The mean age of the patients was 22.7, 27 patients were male and 8 patients were female. There were palmar hyperhidrosis in 19 patients, both palmar and axillary hyperhidrosis in 10 and only axillary hyperhidrosis in 6. The average operative time was 14.1 minutes, and the length of hospital stay was 2.4 days. Visual analog scale pain score on postoperative 24th hours was 3.2. The mean follow-up period was 13 months, and during the follow-up period, compensatory sweating was observed in two of the patients (5.7 %).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Single-port thoracoscopic sympathectomy is an effective and reliable method for surgical treatment of palmar and axillary sweating.


19.Demographic, clinical, and genetic evaluation of patients with suspected inherited thrombophilia
Pınar Tosun Taşar, Ömer Karaşahin, Özlem Özdemir, Selda Çeneli, Nur Hilal Turgut, Fatih Demirkan
doi: 10.5505/vtd.2019.57625  Pages 103 - 108
GİRİŞ ve AMAÇ: Genetik ve akkiz olarak gelişen hemostaz bozuklukları tromboza yatkınlık meydana getirirler. Eğer kişide birden fazla genetik hemostaz bozukluğu varsa tromboz daha erken dönemde ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmamızda, genetik trombozdan şüphe edilen venöz ve arteriyel tromboza göre mutasyon tiplerinin dağılımlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde 1998 Eylül ve 2009 Aralık ayı içerisinde genetik trombozdan şüphe edilen ve genetik mutasyon testi istenmiş olan hastaların verileri retrospektif olarak sorgulandı.
BULGULAR: Çalışmamıza, venöz tromboz (%66,5) ve arteriyel tromboz (%33,5) nedeni ile trombofili için genetik yatkınlıktan şüphe edilen 394 hasta dahil edilmiştir. Hastaların, 202’si (%51,3) kadın, ve yaş ortalamaları 45,49 ± 15,08 olarak bulunmuştur. Venöz ve arteriyel tromboz risk faktörlerine bakıldığında arteriyel trombozu olanlarda, sigara kullanım öyküsünün daha fazla olduğu, metabolik sendrom ve mutason varlığının venöz trombozu olanlara göre daha fazla olduğu görülmüşür. Venöz trombozu olanların ise daha yaşlı oldukları, immobilite, operasyon ve daha önceden emboli öyküsü olanlarda venöz trombozun daha sık olduğu görülmüştür Arteriyel trombozu olanlarda MTHFR 677 heterozigot mutasyonu istatistiksel anlamlı olarak daha fazla tespit edilmiştir. Venöz tromboz olanlarda ise FVL heterozigot, FVL homozigot, PG20210A mutasyonları arteriyel trombozu olanlara göre istatistiksel anlamlı olarak daha fazla tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: venöz trombozu olan hastalarda, FVL heterozigot, FVL homozigot ve PG20210A mutasyonunun, arteriyel trombozu olan hastalarda MTHFR 677 heterozigot mutasyonu varlığının arteriyel tromboz riskini artırdığı tespit edilmiştir.
INTRODUCTION: Inherited and acquired disorders of hemostasis cause thrombophilia. Thrombosis occurs earlier in individuals with multiple inherited hemostatic disorders. In this study, we aimed to evaluate the distribution of mutation types in patients with suspected heritable thrombophilia according to the presence of venous or arterial thrombosis.
METHODS: Data pertaining to patients with suspected inherited thrombophilia who underwent genetic mutational analysis between September 1998 and December 2009 were retrospectively evaluated.
RESULTS: The study included a total of 394 patients suspected of having inherited thrombophilia due to the presence of venous thrombosis (66.5%) or arterial thrombosis (33.5%). Of these patients, 202 (51.3%) were female and the mean age was 45.49 ± 15.08 years. Evaluation of risk factors for venous and arterial thrombosis revealed that smoking history, metabolic syndrome, and genetic mutations were more common among patients with arterial thrombosis compared to those with venous thrombosis. Venous thrombosis was found to be associated with older age, immobility, and history of surgery and prior embolism. Heterozygous MTHFR 677 mutation was significantly more common among patients with arterial thrombosis. Heterozygous FVL, homozygous FVL, and PG20210A mutations were significantly more common in patients with venous thrombosis compared to those with arterial thrombosis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Heterozygous and homozygous FVL mutations and PG20210A mutation were associated with higher risk of venous thrombosis, while heterozygous MTHFR 677 mutation was associated with higher risk of arterial thrombosis.

20.Panel Reactive Antibody Profiles of Patients on the Kidney Transplant Waiting List of Atatürk University
Eda Balkan, Ezgi Yaşar, Hasan Doğan
doi: 10.5505/vtd.2019.82574  Pages 109 - 113
GİRİŞ ve AMAÇ: İnsan lökosit antijenlerinde (HLA) duyarlılaşma çeşitli kan transfüzyonu, gebelik veya organ transplantasyonları ile oluşur. Nakil adaylarının panel reaktif antikor (PRA) taraması ve PRA pozitif olan hasta grubunun anti-HLA profillerinin belirlenmesi amaçlandı
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kronik böbrek yetmezliği tanısı ile laboratuvarımıza başvuran ve panel reaktif antikor tarama testi sonuçları pozitif olan 40 hastanın serum örnekleri antikor tiplerinin tanımlanması için kullanıldı. Kırk hastanın antikor profilleri mikroboncuk tabanlı yöntem (Lumınex) ile tanımlandı. Tek antijenli boncuk (single antigen bead [SAB]) testi yapıldı ve çalışmada uygulanacak prosedür kitin prospektüsünde belirtildiği şekilde yapıldı. Çalışma için yerel etik kurul onayı alındı.
BULGULAR:
En fazla tespit edilen sınıf I anti-HLA antikorları B7 (%8.7), A2 (%8), A24 (%8), sınıf II anti-HLA antikorları ise DR01 (%11.67), DR11 (%11.67) ve DQ3 (%16.70) olarak belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Elde edilen sonuçlarımız, toplumdaki antijen frekanslarıyla ilgili yapılan diğer çalışmalarla benzer sonuçlar elde edildi. Fakat çalışmamızda bazı antikorların (A23, A68, B15, B40, DR04, DR07, DR09, DR16) yüksek oranda pozitifliği tesbit edildi.
INTRODUCTION: Human leukocyte antigen (HLA) sensitization can be caused by various events such as blood transfusions, pregnancy, or organ transplantations. The aim of this retrospective study was to screen panel reactive antibodies (PRA) in transplant candidates and determine the anti-HLA profiles of PRA-positive patients
METHODS: : Serum samples from 40 patients who were diagnosed with chronic renal failure and had positive PRA screening test results were used to identify antibody types. Antibody profiles of 40 patients were evaluated using a microbead-based method (Luminex). Single antigen bead (SAB) assay was performed using the manufacturer-recommended procedure. Local ethics committee approval was obtained.
RESULTS:
The most frequently detected class I anti-HLA antibodies were B7 (8.7%), A2 (8%), and A24 (8%), and the most common class II anti-HLA antibodies were DR01 (11.67%), DR11 (11.67%), and DQ3 (16.70%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results are similar to those of other studies on antigen frequencies in the population. However, we observed that certain antibodies (A23, A68, B15, B40, DR04, DR07, DR09, and DR16) were produced at high levels.

CASE REPORT
21.Bronchogenic Cyst with Atypical Radiological Appearance and Localization, Case Report
Ozgur Omer Yildiz, Eray Cinar, Nurettin Karaoglanoglu
doi: 10.5505/vtd.2019.30306  Pages 114 - 116
Sık görülen bronkopulmoner malformasyonlardan biri olan bronkojenik kistler embriyonik dönemde anormal tomurcuklanma sonucu gelişen benign lezyonlardır. Sıklıkla trakea, ana bronş veya özofagus çevresinde mediasten yerleşimlidirler. Ancak %15-20'si akciğer parankimi içerisinde ve büyük oranda alt loblarda bulunabilir. Asemptomatik olabilecekleri gibi çocukluk çağında solunum yollarına bası yaparak veya tekrarlayan enfeksiyonlarla bulgu verebilirler. Bronkojenik kistler, çekilen rutin akciğer grafilerinde insidental olarak, ana hava yollarına yakın, düzgün sınırlı, kalsifiye olmayan, oval veya dairesel, homojen dansiteler şeklinde fark edilirler. Tedavisi cerrahi eksizyondur. Bu yazıda 15 yaşında tekrarlayan akciğer enfeksiyonu ve kronik öksürük nedeniyle başvuran, Toraks BT de sol akciğer üst lob yerleşimli kaviter lezyon şeklinde atipik radyolojik görünümü olan, bronkoskopisinde sol üst lob linguler segment bronşunun çapının arttığı, direkt olarak kaviteye açıldığı tespit edilen ve cerrahi uygulanan patolojisi bronkojenik kist olarak raporlanan bir olgu sunulmuştur.
Bronchongenic cysts, a common bronchopulmonary malformation, are benign lesions that develop as a result of abnormal budding during the embryonic phase. They are usually located in the trachea, and the main bronchi or in the mediastinum around the esophagus. However 15-20% of them may be located in the lung parenchyma, mainly in the lower lobes. Although some of these cysts are asymptomatic, they might cause symptoms due to pressure on the respiratory tract or repeating infections. Bronchongenic cysts are usually found incidentally in routine lung graphics and they appear as well-defined, non-calsified, oval or round, homogeneous densities close to the main airway. It is treated via surgical excision. In this article, we present the case of a 15-year-old patient with symptoms of repeating lung infection and chronic cough. Thoracic CT revealed atypical radiological cavitary lesion located in the upper lobe of the left lung; bronchoscopy showed an increase in the diameter of the lingular segment bronchus in the left upper lobe extending directly to the cavity and the surgical pathology reports identified bronchongenic cysts.

22.Evaluation of Supraclavicular Lymph Node Metastasis of Gynecologic Malignancies With Two Case Reports
Hidayet Şal, Erhan Hüseyin Cömert, Yasin Semih Ekici, Emine Seda Güvendağ Güven, Süleyman Güven
doi: 10.5505/vtd.2019.82621  Pages 117 - 119
Baş ve boyun metastazik kitlelerin çoğu üst solunu yollarından kaynaklanmaktadır. Uzak organ metastazlarından özellikle ürojinekolojik kanserler nadir izlenmektedir. Genellikle jinekolojik maligitelerin metaztazında lenfatik sistem drenajı nedeniyle sol taraf supraklaviküler lenf nodu tutulumu gözlenmektedir. Supraklaviküler lenf nodu metastazında, primeri endometrium karsinomu olan olgular kötü prognoz olarak değerlendirilmektedir. Prognozun kötü olması nedeniyle, boyun metastazlı hastalara öncelikle palyatif tedavi uygulanabilir, uygun hastalarda tümör azaltıcı cerrahi, sonrasında ise düşük doz rejiyonel radyoterapi seçeneklerini uygulanabilir. Tanıdan şüphelendiğinde mutlaka PET-CT çektirilmelidir. Bu yazıda; primeri jinekolojik malignitelerin supraklaviküler lenf nodu metaztazının yönetimi, iki olgu (endometrioid tip endometrial adenokarsinom ve over kanseri) eşliğinde değerlendirmek istenmiştir.
Most of the head and neck metastatic masses originate from the upper respiratory tracts. Urogynecologic cancers are rarely seen in distant organ metastases. Metastasis of gynecologic malignancies is usually associated with left supraclavicular lymph node involvement due to lymphatic system drainage. In supraclavicular lymph node metastases, cases with primary endometrium carcinoma are considered as poor prognosis. Because of poor prognosis, palliative treatment of neck metastases can be performed first, followed by debulking surgery in appropriate patients, followed by low dose regional radiotherapy options. PET-CT should be taken when diagnosis is suspected. In this text; we reported management at metastasis of supraclavicular lymph node with two cases (endometrioid type endometrial adenocarcinoma and ovarian cancer).

23.Mucormycosis In A Patient With Acute Lymphoblastic Leukemia: A Case Report
Sinan Demircioğlu, Ali Doğan, Ömer Ekinci, Ufuk Düzenli, Ali İrfan Baran, İrfan Bayram, Cengiz Demir
doi: 10.5505/vtd.2019.76148  Pages 120 - 124
Mukormikoz, yüksek morbidite ve mortaliteye sahip, nadir görülen, bir mantar enfeksiyondur. Rino-orbito-serebral formu sık görülmektedir. Bu formun tedavisinde amfoterisin B ve cerrahinin birlikte uygulanması önerilmektedir. Ancak bu tedavilere rağmen mortalitesi oldukça yüksektir. Bizde akut lenfoblastik lösemi tanılı hastamızda gelişen üç kez cerrahi uyguladığımız eş zamanlı hem intravenöz hemde burun içi lipozomal amfoterisin B uygulayarak başarılı bir şekilde tedavi ettiğimiz mukormikozis olgusunu sunduk.
Mucormycosis is a rare, emerging fungal infection, with high morbidity and mortality. Rhino-orbito-cerebral form is common. In the treatment of this form, it is recommended to apply amphotericin B and surgery together. However, despite these treatments, mortality is very high. We present a case of mucormycosis which we treated successfully with surgery for three times and simultaneously intravenous and nasal amphotericin B liopozomal application in our patient with acute lymphoblastic leukemia.

24.Recurrent Urinary Tract Infection as a Manifestation of Goldenhar Syndrome: Case Report
Ali Güngör, Nilüfer Avunç, Mehmet Orhan Erkan, Emel Isıyel, Esra Kılıç, Bahar Çuhacı Çakır
doi: 10.5505/vtd.2019.60565  Pages 125 - 127
Goldenhar sendromu kulak, göz ve vertebra anomalileri ile karakterize, birinci ve ikinci brakiyal arkın gelişim anomalisine bağlı olarak nadir görülen bir hastalıktır. Kraniofasiyal anomalilere ek olarak genitoüriner, kardiyak, iskelet ve santral sinir sistemi anomalileri de görülebilmektedir. Bu yazıda tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu olan, iskelet ve kulak anomalilerinin eşlik ettiği ve Goldenhar sendromu tanısı koyulan 2 aylık olgu sunulmuştur.
Goldenhar syndrome is a rare disease characterized by anomalies of the ear, eye and vertebrae, caused by developmental failure of the first and second brachial arches. Genitourinary, cardiac, skeletal and central nervous system anomalies can also be seen in addition to craniofacial anomalies. In this article, we present a 2-month-old case with recurrent urinary tract infections, skeletal and ear anomalies accompanied by Goldenhar syndrome.

INVITED REVIEW
25.Management of cases with head trauma in emergency department
İffet Yaşaran, Ali Karakuş, Guven Kuvandik
doi: 10.5505/vtd.2019.42204  Pages 128 - 134
Acil servisler bazen anamnez ve fizik muayenenin net olarak değerlendirilemediği alanlardır. Travma sebebiyle başvuran hastalar bilinç bozukluğu, yakınlarının olmaması, iletişim problemleri gibi nedenler ile sorgulanamamakta ve tam bir fizik muayene yapılamamaktadır. Bu nedenle, acil servise başvuran kafa travmalı hastalarda çoğu hekim eşlik eden yaralanmaları atlayabilmektedir. Bu durum kafa travmalı olguların mortalite ve morbiditesinin artmasına yol açmaktadır. Tüm vücut bilgisayarlı tomografi (TVBT) klinik değerlendirilmesi tam yapılamayan hastalarda önerilebilir.
Emergency departments are places where anamnesis and physical examination assessment is difficult in some situations. Patients presented to hospital with trauma cannot be questioned due to reasons such as unconsciousness, absence of their relatives, communication problems, and a complete physical examination cannot be done. For this reason, most physicians are prone to missing the injuries associated with head trauma in the emergency department. This leads to increased mortality and morbidity of head trauma cases. Whole body computed tomography (WBCT) scan should be recommended in patients whose clinical evaluation couldn't be completed.

LETTER TO EDITOR
26.Posterior reversible encephalopathy syndrome secondary to steriod resistant nephrotic syndrome in a child
Osman Yeşilbaş, Hasan Serdar Kıhtır, Mey Talip Petmezci, Seda Balkaya, Meryem Benzer, Canan Hasbal Akkuş, Figen Bakırtaş Palabıyık, Esra Şevketoğlu
doi: 10.5505/vtd.2019.22800  Pages 135 - 136
...............................................................................................................................
................................................................................................................................

LookUs & Online Makale