E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 27 (4)
Volume: 27  Issue: 4 - 2020
1.Cover

Pages I - II

ORIGINAL ARTICLE
2.The Invertigation Of Toxoplasma Gondii Seropositivity Among The Patients Having Undergone Coronary Angiography
Furkan Duran, Serpil Değerli
doi: 10.5505/vtd.2020.82653  Pages 383 - 387
GİRİŞ ve AMAÇ: Paraziter hastalıklar nadir olsa da özellikle çocukluk çağında kardiyovasküler sistemi etkileyebilmektedir. Çalışmada parazitin seroprevalansı ile kalp hastalıkları arasında olası bir ilişkinin varlığının araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanısal Koroner Anjiyografiye yönlendirilen ardışık hastalar alındı. Bu hasta grubunda anti-Toxoplasma gondii IgG, IgM antikorlarının varlığı ELISA yöntemiyle araştırıldı.
BULGULAR: Tanısal Anjiyografi yapılan ardışık 183 hasta işleme alındı. Hastaların 110 (%60)’ı erkek, 83 (%40) hasta ise kadındır. Çalışmamızda cinsiyete göre IgG incelendiğinde toplam 183 hasta serumu incelendiğinde 110 erkekten 79'unun (% 71,8) IgG pozitif iken, 73 kadından 66'sının (% 90,4) IgG pozitif saptanmıştır ve cinsiyete göre Toxoplasma gondii'ye karşı oluşan IgG seropozitifliği arasındaki fark önemli bulunmuştur (p<0.05).Hastalardan 26-45 yaş grubunda toplam 20 (%10,9) kişi, 46-65 yaş grubunda 107 (%58,5) kişi, ve 66 yaş ve üzerinde ise 56 (%30,6) kişi bulunmaktadır. Çalışmaya alınan hastaların 120 (%65,5)'sinde normal koroner arterler veya minimal KAH (Koroner Arter Hastalıklar) (Grup 1) bulunurken, 63 (%34,5) kişi ciddi KAH, Stent ve /veya CABG (By-pass ameliyatı) kararı alınmış (Grup 2) hastalardır. Bu sonuçlar doğrultusunda yaş gruplarına göre IgG durumu incelendiğinde farklılık önemli bulunmuştur (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Anjiyografi olan Grup 1 ve Grup 2 hastalarda anti-Toxoplasma gondii IgM ve IgG seropozitifliği arasındaki fark incelendiğinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır.
INTRODUCTION: Parasitic diseases are rare but can affect the cardiovascular system, especially in childhood. The aim of the study was to investigate the existence of a possible relationship between seroprevalence of parasites and heart diseases.
METHODS: Diagnostic Coronary Angiography was performed for consecutively selected patients. Inthispatientgroup, Toxoplasma gondii IgG was examined for the presence of IgM antibodies through ELISA method. There sults were compared in terms of the values among these patients.
RESULTS: A total of 183 consecutively selected patient sunderwent diagnostic coronary angiography. 110 (60%) patients were male and 83 (40%) patients were female. In our study, IgG was positive in 79 cases (71.8%) of 110 men and 66 cases (90.4%) of 73 cases were IgG positive when we examined the serum according to sex in 183 patients and IgG seropositivity against Toxoplasma gondii according to sex difference was found to be significant (p<0.05). There were 20 (10.9%) persons in the 26-45 age group, 107 (58.5%) persons in the 46-65 age group and 56 (30.6%) persons over the age of 66 years. Of the patients studied, 120 (65.5%) had normal coronary arteries or minimal coronary artery disease (coronary artery disease) (Group 1), 63 (34.5%) had severe CAD, stent and / or CABG ) were excluded (Group 2).
DISCUSSION AND CONCLUSION: When the difference between IgM and IgG seropositivity in Diagnostic Angiography Group 1 and Group 2 patients was examined, no statistically significant difference was found.

3.The Effects of Probiotics, on the Systemic and Intestinal Mucosal Immunity, of Splenectomized Rats
Mutlu Sahin, Erkan Ozturk, Mehmet Fatih Can, Ismail Hakki Ozerhan, Gokhan Yagci, Belma Aslim
doi: 10.5505/vtd.2020.92979  Pages 388 - 396
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmamızda intestinal mukozal immünite ve sistemik immüniteyi iyileştirici etkileri kanıtlanmış olan probiyotiklerin kullanımı ile splenektomi sonrasında oluşabilecek ikinci faz değişiklikleri saptamayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada toplam 56 adet Sprague-Dawley tipi dişi rat kullanılmıştır. Deney hayvanları toplam sekiz gruba ayrıldı. Ratlara gruplarına göre preoperatif veya postoperatif dönemde olmak üzere EPS’si düşük Lactobacillus delbrueckii subspecies bulgaricus A13 suşu veya EPS’si yüksek Lactobacillus delbrueckii subspecies bulgaricus B3 suşu probiyotik uygulandı. Çalışmanın 8. gününde splenektomi uygulandı ve 16. günde kardiyak kan alımı ve ince barsak rezeksiyonu uygulandı.
BULGULAR: Sistemik immünite açısından grupların istatistiksel karşılaştırmalarında, gruplar arasında TNF-α, TGF-β, IL-4, IL-12 ve IL-12/IL-4 arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulundu (p<0.05). Ancak IL-6 ve IL-10 açısından anlamlı bir farklılık saptanmadı.
A13 suşunun splenektomi sonrası gelişen TGF-β yüksekliğini daha fazla artırdığı; IL-4’ü ise daha da düşürdüğü saptanmıştır. Ayrıca, splenektomi uygulanan gruplarda A13 suşu uygulamanın TNF-α düzeylerini azalttığı tespit edilmiştir. B3 suşu uygulanan gruplarda da TNF-α düzeylerinin düştüğü; TGF-β yüksekliğinin daha arttığı tespit edilmiş, IL-12, IL-4 ve IL-10’u azalttığı saptanmıştır. B3 suşunun splenektomi uygulanan gruplarda IL-12’yi ve TNF-α’yı düşürücü etkisi A13’e göre fazla bulunmuştur.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Splenektomi ile immünosupressif bir tablo ortaya çıktığı; probiyotiklerin sitokin regülasyonu ile dolaylı olarak antiinflamatuvar bir etki oluşturdukları ve meydana getirdikleri sitokin profili ile sistemik olarak mukozal immüniteyi destekledikleri görülmüştür.
INTRODUCTION: Aim of this study was to determine the second phase changes that may occur after a splenectomy; when probiotics, with proven therapeutic effects of intestinal mucosal immunity and systemic immunity, are utilized.
METHODS: Total of 56 female Sprague-Dawley rats were used and divided into eight groups. Low exopolysaccharide (EPS) producing Lactobacillus delbrueckii subspecies bulgaricus A13 strain, or high EPS producing Lactobacillus delbrueckii subspecies bulgaricus B3 strain, was orally applied to the rats pre-operatively or post-operatively. Splenectomy was performed on the 8th day of the study and cardiac blood sampling and small bowel resection were performed on the 16th day.
RESULTS: In terms of systemic immunity assay whilst there was no significant difference found between IL-6 and IL-10, a significant difference was detected between the groups in TNF-α, TGF-β, IL-4, IL-12 and IL-12 / IL-4 statistical comparisons (p <0.05).
A13 strain was observed to further increase TGF-β levels after a splenectomy, while further decreasing IL-4 levels. Also, A13 strain application in the splenectomized groups reduced TNF-α levels. TNF-α levels decreased in B3 strain treated groups; TGF-β elevation was found to be higher, and this strain reduced IL-12, IL-4 and IL-10. B3 strain was found to have a more depressing effect on IL-12 and TNF-α, than A13, in splenectomized groups.

DISCUSSION AND CONCLUSION: It has been determined that splenectomy leads to immunosuppression; that probiotics –especially the high EPS producing- have an indirect anti-inflammatory effect with cytokine regulation; and that with the cytokine profiles they exhibit, they sytematically support mucosal immunity.

4.The effect of the vein dilatation via intraluminal hydrostatic pressure to the patency of the arteriovenous fistula
Şahin Şahinalp
doi: 10.5505/vtd.2020.13914  Pages 397 - 402
GİRİŞ ve AMAÇ: Hemodiyaliz hastaları için iyi çalışan bir AVF varlığı vazgeçilmezdir. Arteriovenöz fistül olgunlaşması zor bir süreçtir ve maturasyon sürecindeki başarısızlığın temel nedeni venin yetersiz genişleyebilirliğidir. Uygun bir damar genişlemesi sağlamak için, cerrahi sırasında intralüminal hidrostatik basınç yoluyla sefalik ven dilatasyonu yararlı bir teknik olabilir. Bu çalışmada; otolog arteriovenöz fistül oluşturulması esnasında ven içerisine uygulanan basınçlı serum fizyolojik sıvı ile vende sağlanan dilatasyonun fistülün açık kalımı ve olası komplikasyonları üzerine etkisinin incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu amaçla AVF oluşturulan, toplam 416 hasta çalışmaya dahil edilerek retrospektif olarak incelendi. İntraluminal hidrostatik basınç etkisi ile ven dilatasyonu uygulanan ve uygulanmayan olmak üzere iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: Çalışma sonucu Grup 2’nin Grup 1’e göre açık kalım oranının bir aylık takipte daha yüksek olduğunu (p<0,004) gösterdi. Komplikasyon oranları her iki grupta benzer idi (p=0,458).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak; intraluminal sıvı kullanımı ile ven dilatasyonu basit bir uygulama olmasına rağmen, çalışma sonuçlarına göre erken dönem AVF açık kalımı üzerine etkili ve güvenli bir yöntem olduğu söylenebilir.
INTRODUCTION: For hemodialysis patients, the presence of a well performing arteriovenous fistula is indispensable. Arteriovenous fistula maturation is a difficult process and the main cause of failure in the maturation process is insufficient dilatability of the vein. To ensure a proper vein expansion, cephalic vein dilation through intraluminal hydrostatic pressure during surgery can be a useful technique. The aim of this study was to investigate the effect of dilation provided by pressurized saline fluid applied to the vein during the surgery for formation of autologous arteriovenous fistula to the patency and complications.
METHODS: A total of 416 patients with AVF were included in the study and examined retrospectively. The two groups were composed as; groups 1, vein dilation with Intraluminal hydrostatic pressure was applied, and group 2; vein dilation with Intraluminal hydrostatic pressure was not applied.
RESULTS: The study result repsented that the patency rate of Group 2 was higher than Group 1 at one month follow-up (P<0.004). Complication rates were similar in both groups (p=0.458).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion; despite the vein dilatation via intraluminal hydrostatic pressure during the surgery is a very simple technique, the study results suggest that it is an effective and safe method in early stage patency of AVF.

5.Evaluation of Liver Biopsy Results in Chronic Hepatitis B Patients
Nilgün Söğütçü, Şafak Kaya
doi: 10.5505/vtd.2020.68889  Pages 403 - 406
GİRİŞ ve AMAÇ: Ülkemiz kronik hepatit B açısından orta endemik bir ülkedir ve bölgemizde önemli bir sorundur. Biz bu çalışmada kronik hepatit B nedeniyle karaciğer biyopsisi yaptığımız hastaları irdeledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza hastanemizde Ekim 2011- Mart 2019 yılları arasında KHB nedeniyle karaciğer biyopsisi yapılmış toplam 653 hastayı dahil ettik. Hastaların yaş, cinsiyet gibi demografik bilgileri, alanin aminotransferaz (ALT), aspartat aminotrabsferaz (AST), HBeAg, Anti-HBe, HBV DNA düzeylerine hastane otomasyon kayıt sisteminden, karaciğer biyopsi sonuçlarına ise patoloji kayıt sisteminden ulaşıldı.
BULGULAR: Çalışmaya karaciğer biyopsisi yapılmış olan toplam 600 KHB hastası dahil edildi. Hastaların 216 (%36)’sı kadın ve yaş ortalaması 32,5±1,25 (15-78) idi. Ortalama ALT değeri 56,6±5,42 (9-445) U/L, ortalama fibrozis değeri 1,6±1,1 (0-6), HBV DNA düzeyi ise 119840000±483761000 IU/ml idi. Normal ALT (<32 U/L) değerine sahip olan hasta sayısı 301 (%50,1) idi. Bu hastaların 188 (%31,3)’inin patolojisi fibrozis ≥2 ve /veya HAİ≥6 şeklindeydi ve bu hastalara tedavi başlanmıştı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, karaciğer biyopsisi kronik hepatit B hastalarında hala altın standarttır ve ALT değeri normal olsa bile HBV DNA’sı yüksek olan hastalarda düşünülmelidir.
INTRODUCTION: Our country is a middle endemic country in terms of chronic hepatitis B and is an important problem in my region. In this study, we examined patients who underwent liver biopsy due to chronic hepatitis B.
METHODS: We included a total of 653 patients who underwent liver biopsy for CHB between October 2011 and March 2019 in our hospital. Demographic data such as age, sex, alanine aminotransferase (ALT), aspartate aminotrabsferase (AST), HBeAg, Anti-HBe, HBV DNA levels were obtained from hospital automation recording system and liver biopsy results were obtained from pathology recording system.
RESULTS: A total of 600 CHB patients who underwent liver biopsy were included in the study. 216 (6) of the patients were female and the mean age was 32.5 ± 1.25 (15-78). The mean ALT value was 56.6 ± 5.42 (9-445) U / L, the mean fibrosis value was 1.6 ± 1.1 (0-6) and the HBV DNA level was 119840000 ± 483761000 IU / ml. The number of patients with normal ALT (<32 U / L) was 301 (50.1%). The pathology of 188 (31.3%) of these patients was fibrosis ≥2 and / or HAI≥6 and treatment was started.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, liver biopsy is still the gold standard in chronic hepatitis B patients and should be considered in patients with high HBV DNA, even if ALT is normal.

6.The protective effect of letrozole in a rat ovarian ischemia-reperfusion injury model
Şener Gezer, Mustafa Başaran
doi: 10.5505/vtd.2020.40855  Pages 407 - 414
GİRİŞ ve AMAÇ: Over torsiyonu cerrahi acil bir durumdur. Fertilite kaygısı tedavinin konservatif mi yoksa radikal mi olacağını belirleyen çok önemli bir sorudur. Konservatif tedavi torsiyone overin detorsiyonunu içerir ve overde oluşan iskemik hasar detorsiyon sonrası reperfüzyon ile artar. Detorsiyon sırasında büyük miktarda reaktif oksijen radikalleri-substratları (ROS, Reactive Oxygen Species) oluşur. ROS ise hücre membranında bulunan poliansature yağ asitlerinin peroksidasyonuna yol açarak hücre hasarına ve hücre ölümüne neden olur. Nonsteroid tipte bir aromataz inhibitörü olan letrozol tüm dokulardaki östrojen üretimini bloke eder, gonadotropin sekresyonunda artışa sebep olur ve foliküler gelişimi uyarır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada dişi ratlar her gurupta 8 rat olacak şekilde 5 gruba ayrıldı; kontrol grubu, iskemi gurubu, iskemi ve letrozol gurubu, iskemi-reperfüzyon gurubu, iskemi-reperfüzyon ve letrozol gurubu. Overlerdeki Malondialdehit (MDA) seviyeleri tespit edildi. İskemiden etkilenme dereceleri ve folikül sayıları histopatolojik olarak değerlendirilip not edildi. Endometrial kalınlık ölçümü yapıldı.
BULGULAR: Letrozol hem iskemi grubunda hem de iskemi-reperfüzyon grubunda MDA seviyelerini ve histolojik grade’i anlamlı olarak azalttı. Letrozol verilen guruplarda ovaryan folikül sayıları daha fazla, endometrium kalınlıkları ise daha az bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Letrozolun over iskemi-reperfuzyon hasarında koruyucu olabilir ve bu etkisi aromataz inhibisyonu sonucu gelişen hipoöstrojenik ortama, antiinflamatuar etkilerine ve artmış ovaryan kan akımına bağlıdır.
INTRODUCTION: Torsion of the ovary is a surgical emergency. Future fertility is an important question for choosing the most appropriate treatment strategy as radical or conservative. Conservative treatment includes detorsion of the twisted ovary and after detorsion, the ischemic injury in ovary increases with reperfusion. During the detorsion process, abundant amounts of reactive oxygen species (ROS) are produced. ROS causes cellular injury by attacking cellular membranes through the peroxidation of polyunsaturated fatty acids and causing cellular death. Letrozole is a nonsteroid aromatase inhibitor that blocks estrogen production in all tissues, increases gonadotropin secretion and induces follicular development.
METHODS: In this study, rats are divided into 5 groups including 8 rats in each group; control group, ischemia group, ischemia and letrozole group, ischemia-reperfusion group, ischemia-reperfusion and letrozole group. For each group Malondialdehyde (MDA) levels were measured, degree of ischemia and number of follicles were recorded by histopathological examination. Endometrial thicknesses were also measured.
RESULTS: In the ischemia and ischemia-reperfusion groups, MDA levels and grade of ischemia were significantly decreased with letrozole. Ovarian follicle numbers were higher and endometrial thickness was lower in the letrozole used groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Letrozole can be protective on ovarian ischemia-reperfusion injury and this effect will be related to hypoestrogenic environment by inhibition of aromatase activity, antiinflammatory effects and increased blood flow to the ovary by letrozole.

7.Use Of Medical Applications By Students During Emergency Medical Training
Mustafa Yilmaz, Mehmet Çağrı Göktekin
doi: 10.5505/vtd.2020.47113  Pages 415 - 420
GİRİŞ ve AMAÇ: Tıp Fakültesi son sınıf öğrencilerinin acil tıp eğitimi sırasında medikal uygulama kullanımlarının sıklığının ve eğitimlerine katkısının tespit edilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız evrenini acil tıp staj eğitimini tamamlayan tıp fakültesi son sınıf öğrencileri oluşturmaktadır. Katılımcılara daha önceden literatür bilgilerinden ve deneyimlerden faydalanılarak oluşturulan anketler online olarak hazırlandı ve öğrencilerin gönüllü olarak doldurulması istendi. Anket 3 bölümden oluşturuldu. Birinci bölümde katılımcıları tanımlayıcı bilgiler, ikinci bölümde; öğrencilerin medikal uygulamaların kullanım sıklıkları ve kullanılan uygulamaların içerikleri hakkında bilgiler, üçüncü bölümde ise öğrencilerin medikal uygulamalar hakkındaki düşüncelerinin tespit edilmesi amaçladı.
BULGULAR: Araştırmamıza katılmayı kabul eden 95 öğrenci tarafından anketler tamamlanmıştır. Bu öğrencilerin 45'i Acil Tıp stajı almadığından dolayı çalışma dışı bırakıldı. Katılımcıların % 38,6 (n=22) kadın iken %61,4 (n=35) erkek idi. % 56,1 (n=32) 18-24 yaş arasında iken %43,9 (n=25) 25-29 yaş aralığında yer alıyordu. Öğrencilerin %68’i acil tıp eğitimleri sırasında Medical App uygulama oranlarının diğer branşlara oranla daha da arttığı düşüncesinde idi. Öğrencilerin % 70’inin acil serviste; ilaç doz, endikasyonu gibi bilgilere ulaşmak, % 62’sinin ise EKG öğrenmek amacıyla medikal uygulamaları kullandığı tespit edildi. Öğrencilerin %80’inin ise hiç ya da nadiren medikal hesap makinası içeren programları kullandığı tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tıp fakültesi son sınıf öğrencilerin Acil tıp eğitimleri sırasında Medical App kullanma oranları artmaktadır. İlaç, EKG ve radyolojik değerlendirme içeren programları tıp sözlüğü, anatomi ve medikal hesap makinası içeren programlara göre daha fazla kullanmaktadır.
INTRODUCTION: This study aimed to determine the frequency of medical application (medical app) use in emergency medical training by 6th year (senior year) medical faculty students and the contribution of these applications to learning.
METHODS: The population of this study consisted of 6th year (senior year) medical students who completed their emergency medical internship training. Online questionnaires were prepared based on literature data and experience, and the students were asked to complete these questionnaires on a voluntary basis.
RESULTS: Surveys were completed by 95 students who agreed to participate, 45 of these students who did not receive Emergency Medicine internship were excluded from the study.. Of the participants, 38.6% (n = 22) were female and 61.4% (n = 35) were male, while 56.1% (n = 32) were between the ages of 18-24 and 43.9% (n = 25) were between the ages of 25-29. Of the students, 68% thought that, compared to the other branches, medical app use increased to a greater extent during emergency medical training. It was found that 70% of the students used medical apps in the emergency room to access information such as drug dosage and indications, while 62% used medical apps to learn about ECG. It was found that 80% of the students never or rarely used applications that contained medical calculators.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Medical app use by senior medical faculty students during their emergency medical training is increasing. Students use applications on drugs, ECG and radiological evaluation more frequently, compared to applications on medical dictionary, anatomy and medical calculators.

8.Pediatric Central Nervous System Tumors: Center Experience
Bermal Hasbay, Fazilet Kayaselçuk, Özgür Kardeş, Nalan Yazıcı
doi: 10.5505/vtd.2020.46704  Pages 421 - 426
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Çalışmamızda hastanemizde beyin tümörü tanısı alan pediatrik olguların yaş, cinsiyet, lokalizasyon, histolojik tip ve derecelerine göre dağılımını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya 2011 Ocak - 2019 Temmuz ayları arasında Anabilim dalımızda santral sinir sistemi tümörü (SSS) tanısı alan 18 yaş altı 119 çocuk dahil edildi. Klinik takiplerine hastanemiz nükleus sistemi ve pediatrik onkoloji bölüm arşiv dosyaları aracılığıyla ulaşıldı.
BULGULAR: Bulgular: Tümör tanısı alan 119 olgunun 57’si (% 48 ) kız, 62’si (% 52) erkekdi. Yaş (0-18) arasında olup vakaların 40’ı (% 34) 0-5, 36’sı (% 30) 6-10 ve 43 ‘ü (% 36) 11-18 yaş arasındaydı. Olguların 42’si (%35.02) posterior fossa lokalizasyonundaydı. En sık astrositomlar izlenmekte olup, astrositomları medulloblastom ve ependimom takip etmektedir. Astrositom vakalarının %50’sini pilositik astrositom oluşturmaktadır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Sonuçlarımız literatür bilgileri ile uyumlu olup, çocukluk çağındaki santral sinir sistemi tümörleri lösemilerden sonra en sık görülen tümörler olup sağkalım açısından tümörün tipi, yerleşim yeri, büyüklüğü ve tedavi yöntemleri oldukça önemlidir. Tedavide cerrahi çok önemli role sahip olup, hastaların takipleri ve tedavi modaliteleri (KT ve/veya RT kararı) hasta ve hastalık ile ilişkili analizler yapılıp multidisipliner yaklaşım ile verildiğinde daha iyi sonuçlar elde edilecektir.
INTRODUCTION: Objective: The aim of this study is to evaluate the distribution of pediatric brain tumors diagnosed in our institution according to age, gender, localization, histological type and grade.
METHODS: Materials and Methods: One hundred and nineteen children under 18 years of age, diagnosed with central nervous system tumor (CNS) in our department between 2011 january -2019 july is included in the study. Clinical follow-up was achieved through the archive files of the hospital data management system and the files of pediatric oncology department.
RESULTS: Results: Of 119 patients who had a tumor diagnosis, 57 (48%) were female and 62 (52%) were male. Age distribution was as follows: 40 (34%) cases 0-5, 36 (30%) cases 6-10 and 43 (36%) cases 11-18 years of age. Fourty-two of the cases had a tumor with posterior fossa localization. Astrocytoma was the most frequent tumor type, followed by medulloblastoma and ependymoma. Fifty percent of the astrocytomas were pilocytic variant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusion: Our results were accordance with the literature. Childhood central nervous system tumors are the most common tumors after leukemia and the type, location, size and treatment methods of the tumor are very important for survival. Surgery has a very important role in the treatment and better results will be obtained when the follow-up and treatment modalities (CT and / or RT decision) of patients and disease-related analyzes are performed and given with a multidisciplinary approach.

9.Efficacy and Safety of Percutaneous Closure of Secundum Type Atrial Septal Defects: A Single Center Experience
Fatih Öztürk, Haşim Tüner, Naci Babat
doi: 10.5505/vtd.2020.87523  Pages 427 - 430
GİRİŞ ve AMAÇ: Atriyal septal defekt (ASD) en sık görülen doğuştan kalp defektlerinden biridir. Sekundum ASD ASD’lerin %80’ini oluşturmaktadır. Tedavi edilmemiş ASD'lerin komplikasyonları arasında atriyal aritmiler, paradoksal emboli, sağ ventrikül yetersizliği ve geri dönüşsüz olabilen pulmoner hipertansiyon sayılabilir. Perkütan ASD kapatma ise kolay uygulanabilirliği, düşük komplikasyon oranı, düşük maliyeti, kısa hastane kalış süresi, daha az girişimsel oluşu ve uzun dönemdeki başarılı sonuçları gibi nedenlerden dolayı cerrahiye üstünlük sağlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma kayıtlardan elde edilen veriler ışığıında retrosapektif olarak yapıldı. Temmuz 2017-Temmuz 2019 tarihleri arasında Van Yüzüncü Yıl Dursun Odabaş Tıp Merkezi Kardiyoloji polikliniğine başvuran transtorrasik ekokardiyografi(TTE) ve transözefagial ekokardiyografi(TEE) ile sekundum ASD tanısı alıp transkateter yolla kapama işlemine uygun olan 75 olgu dahil edildi. Aortik rim dışında 5mm'den fazla rimleri olmayan hastalar ve total septum uzunluğu 38 mm'den büyük olan hastalar çalışmaya alınmadı. Sağ ventrikül hacim yüklenmesi ve Qp/Qs >1,5 olan hastalar çalışmaya alındı.
BULGULAR: Yetmiş beş hasta veri tabanına dahil edildi. İşlem 69 hastada (% 92) başarılıydı. Olguların 41'i kadın 34' ü erkek cinsiyete sahipti Olgularımızın yaş ortalaması 36 ±(18-59) olarak saptandı. Hastaların yüzde 92'sinde Qp/Qs> 1,5 Diğer endikasyonlar arasında tromboembolizm öyküsü, azalmış egzersiz toleransı, atriyal aritmi, pulmoner hipertansiyon kanıtı veya sağ kalp aşırı yüklemesi vardı. Ekokardiyografik olarak belirlenen ortalama Qp/Qs: 1.9±08(1.29-2.6) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Amplatzer septal occluder ile peruktan olarak ASD kapatmak cerrahi yöntem ile karşılaştırıldığında daha az maliyet ve hastanede kalış süresi nedeniyle öne çıkmaktadır. İşlem başarı oranın yüksek olmasının yanı sıra komplikasyon oranın da düşük olması nedeniyle bugün ilk yaklaşım olarak kabul görmektedir ancak söz konusu işlemin yüksek deneyimli operatörlerce tecrübeli merkezlerde gerçekleştirilmesi önerilir.
INTRODUCTION: Atrial septal defect (ASD) is one of the most common congenital heart diseases. Secundum ASD consists 80% of all septal defects. Atrial arrhythmias, paradoxical embolism, right ventricular failure, and irreversible pulmonary hypertension might be complications of untreated ASD. Percutaneous closure of ASDs is accepted as superior than surgical approach because of its lesser complication rate, lower cost, and higher success rate in long term.
METHODS: The study conducted as retrospectively. Total of 75 patients were enrolled to the current trial who were admitted to the cardiology outpatient department of Van Yuzuncu Yil University and diagnosed with secundum ASD by both transthoracic and transesophageal echocardiographic examinations. Patients whose aortic rim was shorter than 5 mm and atrial septal defect diameter longer than 38 mm were excluded. Qp/Qs ratio was bigger than >1.5 in all of our patients.
RESULTS: The data of 75 patients were included and the ASD was occluded successfully in 69 of 75. There was 41 women and 34 men in our study group. The average age of patients was 36 ± (18-59) years. Qp/Qs> 1,5 in 92% of all patients and other indications in the closure of ASD were the presence of thromboembolism history, impaired exercise tolerance, atrial arrhythmias, the evidence of pulmonary hypertension, and volume overload in right ventricle. The mean Qp/Qs ratio detected by echocardiographically was 1.9±08(1.29-2.6) in our patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The closure of ASD by ASO is superior to surgery approach because of lower cost and shorter duration of hospital stay. It is accepted as first approach in the treatment of ASD due to its higher success and lesser complication rate. However, knowledgeable operator and experienced team members are extremely crucial in the percutaneous closure of ASD and it must be considered in the decision of approach strategy.

10.Evaluation of the effect of a new molecular precision implant-abutment systems on clinical success and marginal bone loss
Esra Yüce, Işıl Damla Şener Yamaner
doi: 10.5505/vtd.2020.04372  Pages 431 - 439
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, moleküler hassas implant-dayanak tasarımının dental implantların etrafındaki krestal kemik seviyelerinin devamlılığı üzerindeki etkisini ve farklı implant dayanak dizaynları için kümülatif hayatta kalma ve başarı oranını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Gereçler Bu retrospektif çalışmaya titanyum alaşımdan yapılmış, kumlanarak ve asitle pürüzlendirilmiş (SLA) yüzeye sahip iki implant grubu çalışmaya dahil edildi: (a) yeni konsept-platform switching ve konkav çıkış profiline sahip dayanak sistemi olan yeni nesil hassass moleküler dental implant grubu (n=51) ve (b) konik anatomik dayanak sistemi olan implant grubu(n=51). Uygunluk kriterlerini karşılayan kırk beş hastanın tüm klinik ve radyolojik verileri bu çalışma için değerlendirildi. Dental implantlar etrafındaki marjinal kemik kaybı, implant yerleştirilmesinin hemen sonrasında ve yüklemeyi takiben ortalama 37 ay sonra standardize edilmiş dijital panoramik radyograflar üzerinde ölçümler yapılarak elde edildi. İmplant klinik başarısı ise Kaplan Meier sağ kalım algoritması ile değerlendirildi.
BULGULAR: Eşit sayıda (n=51) iki farklı grup incelendiğinde, implant dayanak profili ortalama marjinal kemik kaybı üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkiye sahiptir (p≤ 0,05). Ortalama marjinal kemik kaybı konik anatomik dayanak grubunda 0,44±0,33 mm bulunurken, yeni konsept-platform switching ve konkav çıkış profiline sahip implant dayanak grubunda grubunda 0,34±0,32 mm olarak tespit edildi. Her iki grupta kümülatif implant sağkalım ve başarı oranı% 98 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Platform switching ve konkav çıkış profiline sahip implant dayanak profili, konik anatomik dayanak tasarımına kıyasla marjinal kemik kaybını azaltmıştır. Yeni nesil implant dayanak dizaynının marjinal alveol kemiği korunmasında olumlu sonuçlar elde edilebileceği sonucuna ulaşılmıştır.

INTRODUCTION: Introduction The purpose of this study was to assess the impact of molecular precision implant-abutment design on the maintenance of crestal bone levels around dental implants and the cumulative survival and success rates for the different types of implant-abutment designs.
METHODS: In this retrospective study, two groups of titanium alloy implants with sandblasted and acid etched (SLA) surfaces were included: (a) a new concept-platform switching and concave abutment design group provided by new generation precision molecular dental implants (n=51) and (b) conical anatomical abutment design group (n=51). All clinical and radiologic data of forty five patients who meet the the eligibility criteria were assessed for the present study. Measurements of marginal bone loss around the dental implants was performed on the standardized digital panoramic radiographs immediately after implant placement and at a mean follow-up of 37 months after loading. Implant clinical success was evaluated with Kaplan Meier survival algorithm.
RESULTS: Implant abutment design had a statistically significant effect on marginal bone loss when compared two equal (n=51) groups (p≤ 0.05). The average marginal bone loss was 0.44 ± 0.33 mm in the conical anatomical abutment design group and 0.34 ± 0.32 mm in the platform switching and concave abutment design group. The rates of cumulative survival and success of implants were 98% in both groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Platform switching and concave abutment profile reduced marginal bone loss compared with the conical anatomic abutment design. The new generation implant abutment design is of additional benefit in preserving marginal alveolar bone.


11.Cost analysis of the diagnostic strategies used for diabetes mellitus with decision tree
Emine Füsun Karaşahin, Mustafa Necmi İlhan, Jülıde Yıldırım Öcal, Ömer Karaşahin
doi: 10.5505/vtd.2020.67984  Pages 440 - 445
GİRİŞ ve AMAÇ: Diyabet mellitusun prevalansı ve artış hızı göz önünde bulundurulduğunda tanı konulması için uygulanan tanı stratejilerinin maliyetleri de günümüzde büyük önem kazanmıştır. Bu çalışmanın amacı bir hastanede DM tanısı koymak için kullanılan tanı yöntemlerinin maliyet analizlerinin yapılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu kesitsel çalışmanın katılımcılarını, dahiliye polikliniğine 1 Aralık 2012 – 28 Şubat 2013 tarihleri arasında, tanısı konulmuş diyabet hastalığı olmayıp herhangi bir nedenle polikliniğe başvuran, kişi için kan glikoz düzeyini belirten laboratuvar testlerinden herhangi birinin istemi yapılmış olan, araştırmaya katılmayı kabul eden 18 yaş ve üstü kişiler oluşturmaktadır. Ağırlıklı maliyetlerin hesaplanması için Karar Ağacı analizi uygulanmıştır.
BULGULAR: Araştırma kapsamında 520 kişiye ulaşılmıştır. DM prevalansı %16,3 ve pre-diyabet prevalansı ise %15,0 olarak bulunmuştur. Çalışma süresince, DM araştırması için kullanılan testlerin toplam maliyeti 2164,4 USD, kişi başı ortalama maliyeti 4,14 USD ve DM tanısı başına ortalama maliyeti ise 25,46 USD olarak hesaplanmıştır. Karar Ağacı analizi ile elde edilen ağırlık maliyetler incelendiğinde; DM tanısı için APG ve HbA1c testlerinin beraber istendiği ve DM değil tanısı için ise APG testinin uygulandığı stratejilerinin en maliyet-etkin tanı stratejileri olduğu anlaşılmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ulusal ve uluslararası kılavuzlarda önerilen tanı stratejilerinin maliyetleri, hastanemiz polikliniklerinde uygulanan stratejilere göre daha ucuzdur. Bu nedenle poliklinikte görevli hekimlere yönelik tanı kılavuzlarının hazırlanıp, sürekli başvurabilecekleri bir yerde bulundurulmasının ya da en azından çalışmamızda da en maliyet-etkin bulunan stratejilerin takip edilmesinin sağlanması gerektiği düşünülmüştür.
INTRODUCTION: As the prevalence and incidence of diabetes mellitus (DM) continue to rise, the costs of the diagnostic strategies used to detect it have gained importance. The aim of this study was to analyze the cost of DM diagnostic strategies in a hospital setting.
METHODS: This cross-sectional study included people over 18 years old with no previous DM diagnosis that presented to the internal medicine outpatient clinic for any reason and underwent serum glucose testing between December 1, 2012 and February 28, 2013. Decision tree analysis was used to calculate weighted costs of the various diagnostic methods.
RESULTS: The study included 520 people. The prevalence of DM and pre-DM was 16.3% and 15.0%, respectively. During the study period, the total cost of all tests used was 2164.40 USD, the average cost per person was 4.14 USD, and the average cost per diagnosis was 25.46 USD. The most cost-effective strategy for the diagnosis of DM was FPG and HbA1c tests requested together, while strategies using FPG testing were most cost-effective for the diagnosis of non-DM.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The diagnostic strategies recommended in national and international guidelines are considerably less costly than many of the strategies used in our hospital. Costs could be lowered by ensuring physicians are aware of and implementing more cost-effective diagnostic strategies.

12.Comparison of the effects of preoperative gabapentin and pregabalin on postoperative analgesic consumption, urinary retention and nausea-vomiting in patients undergoing anorectal surgery under spinal anesthesia
Tülin Arıcı, Ayşe Mızrak Arslan, Selman Can, Sitki Goksu
doi: 10.5505/vtd.2020.59365  Pages 446 - 452
GİRİŞ ve AMAÇ: Üriner retansiyon ve bulantı-kusma spinal anesteziden sonra yaygın görülen problemlerdir. Üriner retansiyon aynı zamanda anorektal cerrahilerden sonra da sık karşılaşılan bir komplikasyondur. Gabapentin ve pregabalin postoperatif ağrı tedavisinde sıklıkla kullanılmaktadır. Bu çalışmada, spinal anestezi altında anorektal cerrahi uygulanan hastalarda gabapentin ve pregabalinin posoperatif ağrı, üriner retansiyon ve bulantı-kusma üzerine etkilerini kontrol grubuyla karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma randomize, çift kör, plasebo kontrollü olarak gerçekleştirildi. Elektif anorektal cerrahi geçirecek 90 hasta üç gruba ayrıldı. Oral olarak cerrahiden 2 saat önce Grup G’deki hastalar (n=30) 300 mg gabapentin, Grup P’deki hastalar (n=30) 75 mg pregabalin ve Grup C’ deki hastalar (n=30) plasebo kapsül aldı. Spinal anestezi L4-L5 intervertebral aralığından 25 gauge Quincke spinal iğnesi kullanılarak 20 mg izobarik levobupivakain ve 25 µg fentanil ile gerçekleştirildi.
BULGULAR: Cerrahiden sonra 12 saat içinde analjezik kullanan hasta sayısı Grup G ve Grup P’de Grup C’ye göre istatistiksel olarak anlamlı oranda düşüktü. Grup G ve Grup P arasında ise anlamlı farklılık yoktu. Üriner retansiyon oranı Grup G ve Grup P’de Grup C’den anlamlı olarak düşüktü. Grup G ve Grup P arasında ise üriner retansiyon açısından fark yoktu. Bulantı ve kusma açısından gruplar arasında fark yoktu.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Preoperatif gabapentin ve pregabalin spinal anestezi altında anorektal cerrahi geçiren hastalarda postoperatif analjezik tüketimi ve üriner retansiyonu azaltabilir.
INTRODUCTION: Urinary retention and nausea and vomiting after spinal anesthesia are common problems. Urinary retention is also a frequent complication after anorectal surgery. Gabapentin and pregabalin have been used successfully in postoperative pain treatment. In this study, we aim to compare the efficacy of gabapentin and pregabalin for postoperative pain, urinary retention, and nausea-vomiting in anorectal surgery patients under spinal anaesthesia.
METHODS: The study was carried out randomized and double-blind, placebo-controlled. The 90 patients who underwent elective anorectal surgery were divided into three groups. 300 mg gabapentin in Group G (n=30), 75 mg pregabalin in Group P (n=30), and oral placebo capsül in Group C (n=30) were given orally to the patients 2 hours before surgery. Spinal anesthesia was performed at L4-L5 interspace and a volume of 4 ml of % 0,5 izobarik levobupivacaine and 25 µg fentanil injected through a 25 gauge spinal needle.
RESULTS: The number of patients using analgesics within 12 hours was statistically lower in Group G and Group P compered with Group C. There was no statistically significant difference between Group G and Group P. Urinary retention was statistically lower in Group G and Group P than in Group C. There was no statistically significant difference between Group G and Group P in terms of urinary retention. There was no statistically significant difference between groups in terms of nausea and vomiting.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Preoperatif gabapentin and pregabalin may reduce the postoperative analgesic requirement and incidence of urinary retention in anorectal surgery under spinal anesthesia.


13.Investigation of effects of ellagic acid and silibinin on some haematological parameters in rats exposed to ultraviolet radiation
Halil Özkol, Murat Çetin Rağbetli, Seda Keskin, Yasin Tülüce, Ergin Taşkın, Veysel Tahiroğlu, Seda Çelik, Duygu Mine Yavuz, Hami Keskin
doi: 10.5505/vtd.2020.34032  Pages 453 - 457
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, rat modelinde ultraviyole A (UVA) ve ultraviyole B (UVB) maruziyetinin neden olduğu hematolojik parametrelerdeki değişiklikler üzerine ellajik asit ve silibininin etkilerini değerlendirmekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplam 20 rat beşer rattan oluşan dört gruba ayrıldı: sağlıklı kontrol grubu (K), UV'ye maruz bırakılan grup (UV), ellajik asit verilerek UV'ye maruz bırakılan grup (UV+EA), silibinin verilerek UV'ye maruz bırakılan grup (UV+S). Tüm ratlarda tam kan sayımı yapıldı.
BULGULAR: Alyuvar sayısı (p = 0.042), platelet sayısı (p = 0.017) ve ortalama trombosit hacmi (MPV) (p = 0.047) UV'ye maruz bırakılan grupta kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşüktü. UV+EA grubu ve UV grubu arasında bu parametreler açısından anlamlı bir fark yoktu (p>0.05). Bununla birlikte, alyuvar sayısı UV+S grubunda UV grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (p=0.043).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, vücut yüzeyine UV maruziyeti özellikle çekirdeksiz hücreler olan alyuvarlar ve plateletler üzerinde toksik etkiler oluşturabilir. Güçlü antioksidan özelliklere sahip olan silibinin, UV maruziyetine bağlı alyuvar yıkımında koruyucu etkiler gösterebilir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the effects of ellagic acid and silibinin on changes in hematological parameters caused by ultraviolet A (UVA) and ultraviolet B (UVB) exposure in the rat model.
METHODS: All of 20 rats were divided into four groups of five rats: healthy control group (C), group exposed to UV (UV), group administered ellagic acid and exposed to UV (UV+EA), and group administered silibinin and exposed to UV (UV+S). Complete blood count was performed in all rats.
RESULTS: Red blood cell count (p=0.042), platelet count (p=0.017) and mean platelet volume (MPV) (p=0.047) were significantly lower in the UV-exposed group compared to control group. There was no significant difference between the UV+EA group and the UV group in terms of these parameters (p>0.05). However, red blood cell counts were significantly higher in the UV+S group when compared to UV group (p=0.043).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, UV exposure to the body surface can create toxic effects, particularly on red blood cells and platelets, which are anucleate cells. Silibinin, which has strong antioxidant properties, may have protective effects on red blood cell destruction due to UV exposure.

14.Van Yuzuncu Yıl University Vocational School of Health Services Students' Knowledge Level on Infectious Diseases
Canan Demir, Halime Yıldız, Şehriban Yürektürk
doi: 10.5505/vtd.2020.74875  Pages 458 - 465
GİRİŞ ve AMAÇ: Sağlık Hizmetleri Meslek yüksekokulu öğrencilerinin bulaşıcı hastalıklarla ilgili bilgi düzeylerinin saptanması, bu bilgi düzeyine üniversite eğitiminin ne ölçüde katkı sağladığı ve bu bilgilerin nasıl artırılabileceğinin ortaya konması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipte olan bu çalışma Van Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu bünyesinde yer alan toplam 13 programda yürütülmüştür. Araştırma, 2019-2020 eğitim öğretim yılı güz dönemi içinde uygulanmıştır. Araştırmanın yapıldığı gün okulda bulunan ve araştırmaya katılmayı kabul eden toplam 834 gönüllü öğrenci çalışma kapsamına alınmıştır. Üzerinde durulan özellikler için tanımlayıcı istatistikler kullanılmıştır.
BULGULAR: Araştırmaya katılanların %67.4’ü kız, %32.6’sını erkek öğrenciler oluşturmakta olup, yaş ortalamaları 21±2.149’dur. Grip, katılımcılar arasında en fazla bilenen bulaşıcı hastalık olurken, en az bilineni ise klamidya enfeksiyonudur. Öğrencilerin çoğu bulaşıcı hastalıklar ile ilgili bilgi kaynağını okuldaki dersler olarak bildirirken aynı zamanda bu derslerin yetersiz olduğunu belirtmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada okulumuzda öğrenim gören öğrencilerin daha fazla bilgiye sahip olmaları gerektiği düşünülerek her programın müfredatı gözden geçirilmelidir. Bulaşıcı hastalıklar dersi olmayan bölümlere seçmeli ders olarak eklenmesi önerilmektedir.
INTRODUCTION: It was aimed to determine the level of knowledge of the Vocational School of Health Services students about infectious diseases, to what extent university education contributed to this level of knowledge and how this information could be increased.
METHODS: This descriptive study was carried out in 13 programs in Van Vocational School of Health Services. The research was applied in the fall semester of 2019-2020 academic year. A total of 834 volunteer students who were present at the school on the day of the study were included in the study. Descriptive statistics were used for the features discussed.
RESULTS: 67.4% of the participants were female, and 32.6% of the participants were male. The mean age of the participants was 21 ± 2.149. It was found that influenza is the most known infectious disease among participants, whereas chlamydia infection is the least known. While most of the students reported the source of information about infectious diseases as lessons at school, they also stated that these lessons were insufficient.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, the curriculum of each program should be revised considering that students should have more information. It is recommended to add elective courses to departments that do not have infectious diseases courses.

15.A Ureteroileal Anastomosis Technique: Simple Modification To The Bricker Technique, A Retrospective Study
Serkan Özcan, Yüksel Yılmaz, Osman Köse, Yigit Akın, Sacit Nuri Görgel, Enis Mert Yorulmaz
doi: 10.5505/vtd.2020.01700  Pages 466 - 471
GİRİŞ ve AMAÇ: Kliniğimizde sıklıkla uyguladığımız ve bugüne kadar başarılı olduğumuz, 62 hastalık serili 124 anastomoz içeren modifiye Bricker tekniğini ve sonuçlarını sunmayı arzu ettik
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimize 2012-2018 yılları arasında başvuran ve radikal sistektomi kararı verilen hastalar incelenmiştir. Bu hastalar içinde radikal sistektomi sırasında modifiye Bricker tekniği ile diversiyon uyguladığımız 62 hasta retrospektif olarak çalışmamızda değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Ortalama takip süresi 15.9±14 ay olup maksimum 59 aydır. 62 hastanın 2 (%3.2)’si kadındı. Preop evresi değerlendirildiğinde %5 T3a, %56 T2 ve %39 T1 High grade idi. Modifiye tekniğimizle kliniğimizde yaptığımız 62 Bricker operasyonundan (124 anastomoz); sadece T3b evreli ve post-op adjuvan kemoterapi verilen bir hastamızda sol üretero-hidronefroz gelişti (%0.8). Diğer 123 anastomozda darlık gözlenmemiştir. Bricker diversiyon yapılan 62 hastamızın takip sürelerinde metabolik bozukluk, stomal daralma, pyelonefrit ve taş oluşumu gibi geç dönem komplikasyonlar izlenmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Opere edilen hiçbir hastamızda anastomoz sızdırması olmayarak, 62 hastadan 124 anastomozdan birinde darlık oluşması, başarılı bir teknik olmasını açıklar kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: We present a modification to the Bricker technique involving 124 anastomoses in a 62-patient series, and the outcomes of the procedures that have been carried out successfully to date in our clinic.
METHODS: The study sample included patients who applied to our clinic for whom a radical cystectomy procedure was decided between 2012 and 2018. Among these patients, a retrospective evaluation was made of 62 patients on whom a diversion was performed using a modified Bricker technique during a radical cystectomy.
RESULTS: The mean duration of follow-up was 15.9±14 months, with a maximum of 59 months. There were 2 (3.2%) women among 62 patients. The preoperative stage was T3a in 5%, T2 in 56% and T1 high-grade in 39%. Among the 62 Bricker operations (124 anastomoses) carried out using the modified technique at our clinic, only one patient, who was stage T3b and who was being treated with postoperative adjuvant chemotherapy, developed left ureterohydronephrosis (0.8%). No stricture was observed in the other 123 anastomoses; and there were no late complications such as metabolic disturbance, stomal stenosis, pyelonephritis or lithiasis during the follow-up of the 62 patients who underwent a Bricker diversion.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We believe that the lack of anastomotic leakage in none of the operated patients and the occurrence of stricture in only one of 124 anastomoses in 62 patients is evidence of the success of the technique.

16.Levels of satisfaction of the medical laboratory department students on the school and instructional staff, and the factors affecting pleased level
Fatma Özabacıgil Gür, Fatma Güdücü Tüfekci
doi: 10.5505/vtd.2020.96720  Pages 472 - 479
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada tıbbi laboratuvar öğrencilerinin programdan, okuldan ve öğretim elemanlarından memnuniyet düzeylerinin değerlendirilmesi ve etkileyen faktörlerin belirlenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı olan bu araştırmada evreni, araştırmaya katılmayı kabul eden öğrencilerin tamamı oluşturdu (S=152). Verilerin toplanmasında “Program ve Okuldan Memnuniyet”, “Öğretim Elemanlarından Memnuniyet” olmak üzere iki anket formu kullanıldı.
BULGULAR: Anket sonuçları orta düzeyde bir memnuniyet göstergesi sundu ve öğrencilerin %18.4’ünün program ve okuldan, %14.5’inin öğretim elemanlarından memnun olduğu saptandı. Sadece kızların program ve eğitimden önemli düzeyde daha çok memnun olduğu belirlendi (p<0.05). Sosyal güvencesi olmayanların, bölümünü isteyerek ve gelecekte işsizlik sorunu yaşamamak için tercih edenlerin programdan, okuldan ve öğretim elemanlarından memnuniyetlerinin önemli düzeyde daha yüksek olduğu saptandı (p<0.01). Mesleğinde kalmayı düşünenlerin öğretim elemanlarından memnuniyetlerinin önemli düzeyde daha yüksek olduğu belirlendi (p<0.01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Öğrencilerin orta düzey memnuniyet göstergesi; ilgili parametreler üzerinde çalışılması gerektiğini göstermektedir. Düşük düzey memnuniyet gözlenen öğrencilerde programdan, okuldan ve öğretim elemanlarından memnun olmama durumlarının daha dikkatli incelenerek endişelerinin giderilmesi memnuniyetlerini artırabilir.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to evaluate the levels of satisfaction of the students in the medical laboratory department from the program, the school situation, and instructional staff and to determine the factors affecting pleasing levels.
METHODS: In this descriptive study, the universe consisted of all students who agreed to participate in the study (S=152). Two questionnaires were used to collect data: “Program and School Satisfaction”, “Satisfaction from Instructors”.
RESULTS: The results of the survey presented a moderate level of satisfaction and 18.4% of the students were satisfied with the program and school, and 14.5% were satisfied with the instructional staff. Only girls' satisfaction with program and education was found to be significantly higher (p<0.05). It was found that the satisfaction of those who did not have social security, who wanted to do so and who did not want to have unemployment problems in the future, was significantly higher than the program, school and instructional staff (p<0.01). It was determined that the satisfaction of those who thought to stay in the profession from the instructors was significantly higher (p<0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The medium level satisfaction indicator of the students; the relevant parameters should be investigated. Among the students with a low level of satisfaction, they can increase their satisfaction by eliminating their concerns by examining their dissatisfaction with the program, school, and instructors more carefully.

17.An Evaluation of The Awareness of College Students Towards Environment
Edibe Pirincci, Erhan Atıcı, Ayse Ferdane Oguzoncul, Süleyman Erhan Deveci, Ahmet Tevfik Ozan, Mehmet Ali Şen, Muhammed Arca
doi: 10.5505/vtd.2020.75547  Pages 480 - 488
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, sağlık yüksekokulu öğrencilerinin çevreye karşı duyarlılıklarının değerlendirilmesi ve bu duyarlılıklarını etkileyen faktörlerin saptanması amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel tipte olan bu çalışma, Mart - Nisan 2018 tarihlerinde, bir sağlık hizmetleri meslek yüksekokulunda gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın evrenini yüksekokulda öğrenim gören 450 öğrenci oluşturmuş, tüm evren araştırmaya dâhil edilerek 336 öğrenciye ulaşılmıştır (%74.7). Anket formunda öğrencilerin sosyo-demografik özellikleri ve çevre duyarlılığı ölçeği yer almıştır.
BULGULAR: Çalışmaya katılan öğrencilerin yaş ortalaması 20.78±2.48 yıldır. Çalışmaya katılan 17-19 yaş grubunda olan öğrencilerin çevre duyarlılık puan ortalaması 51.20±9.42 iken 23 ve üzeri yaş grubunda bu puan 54.90±8.65 olarak bulunmuştur (p<0.05). Öğrencilerin %26.5’i okulda çevre dersi eğitimi almıştır. Çevre dersi alanların çevre duyarlılığı puan ortalaması 53.03±7.97 iken almayanların ise 52.36±9.52 olarak bulunmuştur (p<0.05). Öğrenciler dünyadaki en önemli çevre sorununu birinci sırada hava kirliliği, Türkiye’deki en önemli çevre sorununu ise ormanların azalması olarak belirtmişlerdir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yaş ilerledikçe ve çevre konusunda eğitim alanlar arttıkça duyarlılık puan ortalaması artmıştır. Öğrencilerin çevre duyarlılıklarını artırmaya yönelik konularda eğitime yer verilmesi faydalı olacaktır.
INTRODUCTION: This study has been carried out to evaluate the environmental awareness of college students and to find out the factors that affect their awareness.
METHODS: This cross-sectional study was carried out a college between March and April, 2018. The scope of the study consist of 450 students at the high school, and 336 students are reacted by including all the scope in to the research (74.7%). Survey form, socio-demographic features of the students have been placed and the environmental awareness scale.
RESULTS: The average age of the students participated in the study is 20.78±2.48. The average environmental awareness level of the participants between the age 17-19 has been found as 51.20±9.42 while this number is 54.90±8.65 with the age group at or over 23 (p<0.05). 26.5% of the students have taken environment class at school. The environmental awareness point average of those who took environmental courses was 53.03 ± 7.97, while those who did not take 52.36 ± 9.52 (p <0.05). The students have shown air pollution as the top environmental problem in the world and the decreasing number of forests as the biggest is in Turkey.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As the age progressed and those who received training on the environment increased, the mean score of awareness increased. It will be beneficial to have educational about the topics to increase the environmental awareness of the students.

18.Evaluation of Consultations Which Were Ordered for Inpatients in Alcohol and Substance Use Disorders Treatment Center
Leyla Baysan Arabacı, Gül Dikeç, Dilek Ayakdaş Dağlı, Yeliz Aktaş
doi: 10.5505/vtd.2020.17048  Pages 489 - 497
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, bir üniversite hastanesinin AMATEM servisinde 2014-2018 yıllarında tedavi edilmiş olan bireylere istenen konsültasyonları incelemek amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif kohort olarak tasarlanan çalışma, 2014-2018 yıllarında bir üniversite hastanesi psikiyatri kliniği AMATEM servisinde tedavi olmak üzere yatırılan hastalardan (N=1392) konsültasyon istenen 614 (59 kadın ve 555 erkek) hastanın dosya kayıtları incelenerek yapıldı. Çalışmada, bireylerin sosyodemografik özellikleri ve konsültasyon istemleri açık ve kapalı uçlu olarak hazırlanmış 12 soru ile değerlendirildi. Verilerin analizinde, sayı-yüzde dağılımları, ortalama ve standart sapma kullanıldı.
BULGULAR: Araştırmaya dahil edilen bağımlı bireylerin %63.7’si alkol, %12.7’si çoklu madde bağımlısı olup, yaş ortalaması 40.87±13.85’dir. Bağımlı bireylere tıbbi sorunlar nedeniyle ortalama 1.49±0.70 kez ve %41.4’üne dahiliyeden, %22.9’una diş hekiminden, %18.’1’ine dermatolojiden ve %13.6’sına nöroloji konsültasyonu istenildiği belirlendi. Araştırmaya dahil edilen olgularda, çürük (%22.8), ciltte döküntü (%16.0), enfeksiyon (%13.5), karaciğer fonksiyon testi (%12.2), astım-KOAH (%10.7), hipertansiyon (%7.2) ve nöropati (%6.5) en sık bildirilen konsültasyon istenme nedenleri olarak belirlendi. Konsültasyon sonrası olguların %57.0’sine en az bir ilaç reçete edildiği saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Madde kullanım bozukluğu olan hastalarda fiziksel ve ruhsal komorbitenin bütüncül değerlendirilmesi ve izlenmesi sağlığın yeniden kazanılması ve sürdürülmesi adına son derece önemlidir. Hastaların dikkatle değerlendirilmesi ve ruh sağlığı ekibinin iş birliği içinde bakımının bütüncül olarak planlanması gerekmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study, individuals who have been treated at a university hospital of AMATEM service in the years 2014-2018 was conducted to examine the requested consultations.
METHODS: The study was designed as a retrospective cohort. In 2014-2018, the records of the patients (n=1392) who were asked to be consulted among the patients (n=614) hospitalized in the AMATEM ward of a university hospital psychiatry clinic were formed. In this study, sociodemographic characteristics and consultation requests of the individuals were evaluated with 12 open and closed ended questions. In the analysis of the data, number-percentage distributions, mean and standard deviation were used.
RESULTS: Individuals who were treated in alcohol and substance addiction treatment clinics, 63.7% uses alcohol, 12.7% uses multiple substance and the average age was 40.87 ± 13.85. It was determined that addictive individuals were asked to be consulted on average 1.49 ± 0.70 times and 41.4% for internal medicine, 22.9% for dentist, 18.1% for dermatology and 13.6% for neurological consultation. The most frequently reported consultation reasons were Caries (22.8%), skin rash (16.0%), infection (13.5%), liver function test (12.2%), asthma-COPD (10.7%), hypertension (7.2%) and neuropathy (6.5%). At least one drug was prescribed to 57.0% of the patients after consultation.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The holistic assessment and monitoring of physical and mental comorbidity in patients with substance use disorder is extremely important for the recovery and maintenance of health. Careful and holistic evaluation of patients and the collobrative care should be planned in all process

19.Prolonging Life in Aneurysmatic Arteriovenous Fistulas; Aneurysmorrhaphy or Plication
Cengiz Güven, Fatih Üçkardeş
doi: 10.5505/vtd.2020.82652  Pages 498 - 505
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmadaki amacımız arteriyovenöz fistül (AVF) ile rutin hemodiyalize giren ve kullandıkları AVF’de anevrizma gelişen hastalara cerrahi tedavi yaklaşımlarımızı paylaşmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız retrospektif olarak tasarlandı. Mayıs 2013- Kasım 2018 tarihleri arasında XXXXX Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp ve Damar Cerrahisi Kliniği’nde kronik böbrek yetmezliğindeki hastalarda, opere edilen AVF anevrizmaları incelendi. Veriler dijital ortamda hastane otomasyon sistemi üzerinden dosya taraması şeklinde toplandı. 4mm ve üzerinde anevrizmatik AVF’ü olan hastalar seçildi. Anevrizmorafi ve plikasyon ile revizyon yapılan hastalar çalışmaya dâhil edilirken, ligasyon ile AVF iptali yapılan hastalar çalışma dışında tutuldu. Hastalar vasküler erişim bölgesi, cerrahi teknik ve işlevsellik bakımından tarandı.
BULGULAR: Toplam 347 hastaya açılan 409 AVF’den anevrizma gelişen 37 hastaya (16 erkek ve 21 kadın; yaş ortalaması: 54.24 ±19.26 yıl) revizyon yapıldığı tespit edildi. Hastaların 12’sinde radiosefalik (RC) AVF, 2’sinde bazilik ven yüzeyelleştirilmesi (BVY) ile AVF, 23’ünde brakiosefalik (BC) AVF olduğu anlaşıldı. Anevrizma gelişen hastaların 25’i (%67,6) proksimal, 12’si (% 32.4) ise distal (ön kol) AVF’lerde oluştuğu görüldü. 27 hastaya anevrizmorafi, 7 hastaya plikasyon yapıldığı ve anevrizmorafi yapılan hastalardan 3’üne rüptür nedeniyle acil şartlarda müdahale edildiği tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Anevrizmorafi ve plikasyon, vasküler erişime zaten kısıtlı olan anevrizmalı hastalarda hasarlı AVF'ün yeniden kullanımı için etkili bir tedavi yöntemidir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to share our surgical treatment approaches to patients who undervent arteriovenous fistula (AVF) and routine hemodialysis and developed aneurysm of AVF.
METHODS: This study was designed retrospectively. Between May 2013 and November 2018, AVF aneurysms operated in patients with chronic renal insufficiency at XXXXX University Medical Faculty Cardiovascular Surgery Clinic were evaluated. The data were collected in the form of file scanning through the hospital automation system in digital environment. Patients with aneurysmatic AVF of 4mm or more were selected. The patients who underwent revision were included in the study, while the patients who had AVF cancellation by ligation were excluded. Patients were screened in terms of vascular access site, surgical technique and functionality.
RESULTS: Out of 409 AVF aneurysm which was opened to a total of 347 patients, It was determined that 37 patients (16 males and 21 females; age average: 54.24 ± 19.26 years) who developed aneurysm had undergone revision. It was understood that radiosefalik (RC) AVF was observed in 12 patients, that basillic ven outcrop were seen in 2 patients (BVY) and AVF, and that brakiosefalik(BC) AVF was seen in 23 patients. It was determined that aneurysmorrhaphy had been performed in 27 patients, plication was performed in 7 patients and 3 of the patients who underwent aneurysmorrhaphy were treated in emergency conditions due to rupture.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Aneurysmorrhaphy and plication is an effective way of treatment for the re-use of the damaged AVF in patients with aneurysm who have already limitations to the vascular access.

20.Evaluation of the followed up patients with childhood tuberculosis
Emrah Başak, Muhammet Asena, İlhan Tan
doi: 10.5505/vtd.2020.35683  Pages 506 - 513
GİRİŞ ve AMAÇ: Tüberküloz halen ciddi mortalite ve morbidite sebebidir. Bu çalışmada, çocukluk çağı tüberkülozu nedeniyle takip edilen hastaların değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 109 hasta alındı. Hastaların kişisel ve ailesel demografik özellikleri, klinik, laboratuvar ve radyolojik incelemeler ile tedavileri kayıt edildi.
BULGULAR: Hastaların %50,5’i erkek, %50’si kırsaldan geliyor ve %69,7’sinin geliri düşüktü. %58,3’ünün evinde sigara içiliyor, %23,9’unda aile içi ve %2,8’inde aile dışı temas saptandı. Hastaların en sık şikâyetleri öksürük ve ateş idi. En çok tüberküloz tutulum yeri %78,9 ile akciğerlerdi. Hastaların %60,5’inde PPD ve %44’ünde BCG skarı pozitifti. En sık görülen direkt grafi ve tomografi bulguları hiller ve mediastinal lenfadenopati idi. Hastaların sadece %12,9’unda en az bir yöntemle aside dirençli basil (ARB) pozitifliği ve %17’sinde kültürde üreme saptandı. Polymerase chain reaction (PCR) çalışılan 36 hastanın %33,3’ünde pozitif sonuç elde edildi. 12 hastada ise biyopsi ile tanı konulmuştu. Hastaların tedaviye uyumu %90 ve tam iyileşme %81,6 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tüberküloz eğitim ve sosyoekonomik düzeyi düşük, kalabalık ailelerde ciddi bir halk sağlığı problemidir. Aile içi ve dışı temas çocuklar için risk faktörüdür. Tanıda altın standart olan kültürde üretme yoluyla teşhis oranı düşüktür, bu yüzden alternatif tanı yöntemlerine ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Tuberculosis is still a major reason for mortality and morbidity. This study aims to evaluate followed up patients with childhood tuberculosis.
METHODS: 109 applied patients were taken into this study. Personal and familial demographics, laboratory, clinical and radiological examinations and the treatments of the patients were recorded.
RESULTS: 50.5% of the patients were male, 50% of the patient were from rural area and 69.7% of the patients had low income. The smoking rate at the house was 58.3%. There was intrafamiliar contact at 23.9% of the patients and extrafamiliar contact at 2.8%. The most frequent complaints of the patients were cough and fever. The most involvement area of the tuberculosis was lungs. PPD was positive at 60.5% of the patients, whereas BCG score was positive at 44% of the patients. The most seen direct graphy and tomography findings were hillar and mediastinal lymphadenopathy. 12.9% of the patients demonstrate Acid resistant bacilli (ARB) positivity with minimal method and reproduction detected at 17% of cultures. Positive results were obtained from 33,3% of the 36 patients, which Polymerase Chain Reaction was performed. In 12 case, diagnosis was made by biopsy. The adaptation of the patients to the treatment was 90% and full recovery ratio was 81.6%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Tuberculosis is a serious public health subject within crowded and low education and socioeconomic level families. Intrafamilial and extrafamilial contacts are risk factor for children. Diagnosis ratio with culture, which is a golden standard for diagnosis, is low and because of this reason, alternative diagnosis methods are needed.

21.The Relationship Between Helicobacter Pylori Infection and Blood Group
Şevki Konür, Yusuf Kayar, Ramazan Dertli, Adnan Özkahraman, Mehmet Ali Bilgili, Ümit Haluk İliklerden
doi: 10.5505/vtd.2020.78989  Pages 514 - 519
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmadaki amacımız Helikobakter Pilori (HP) ile kan grubu ve diğer risk faktörleri arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Mart-2017 ile Haziran-2018 tarihleri arasında hastanemizde, üst gastrointestinal sistem (GİS) endoskopisi yapılarak mide doku biyopsileri alınan 373 hasta alındı. Tüm hastaların demografik verileri, risk faktörleri, endoskopik görünüm ve histopatolojik verileri dökümante edildi. HP varlığına göre hastalar HP-pozitif ve HP-negatif olarak 2 gruba ayrıldı. Gruplar kan grubu ve risk faktörleri açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan olguların 190 (%50,9)'ı kadın idi ve tüm hastaların ortalama yaşları 45,1±14,9 (aralık: 18-86 yıl) idi. Çalışmaya alınan olguların %53.8’inde HP pozitif idi. HP pozitif hastaların daha genç olduğu görüldü. Ayrıca HP pozitifliği ile çalışma durumu, el hijyeni, sigara ve alkol kullanımı arasında anlamlı ilişki varken (p<0.05), kan grubu ile anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak bu çalışmada yaş, çalışma durumu, el hijyeni, sigara ve alkol kullanımı gibi sosyo-demografik faktörler HP pozitifliği için bir risk faktörü olarak bulunurken, ABO kan grupları ile HP arasında anlamlı bir ilişki görülmedi.
INTRODUCTION: Our aim in this study is to investigate the relationship between Helicobacter Pylori (HP) and blood group and other risk factors.
METHODS: 373 patients who underwent gastrointestinal system (GIS) endoscopy and gastric tissue biopsies were taken into the study between March-2017 and June-2018. Demographic data, risk factors, endoscopic appearance and histopathological data of all patients were documented. Patients were divided into two groups according to the presence of HP. Patients were divided into two groups as HP-positive and HP-negative according to the presence of HP. The groups were compared in terms of blood group and risk factors.
RESULTS: 190 (50.9%) of the cases included in the study were women and the mean age of all patients was 45.1 ± 14.9 (range: 18-86) years. HP was positive in 53.8% of cases included in the study. HP positive patients were seen to be younger (p <0.05). In addition, while there was a significant relationship between HP positivity and working status, poor hand hygiene, smoking and alcohol use (p <0.05), no significant relationship was found with the blood group (p> 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, in this study, soso-demographic factors such as age, working status, hand hygiene, smoking and alcohol use were found to be a risk factor for HP positivity, while no significant relationship was observed between ABO blood groups and HP.

22.Prevalence of Accessory Renal Artery in Aortic Aneurysms
Mustafa Etli, Seda Avnioglu, Rumeysa Dikici
doi: 10.5505/vtd.2020.53386  Pages 520 - 524
GİRİŞ ve AMAÇ: Abdominal aort cerrahisinde açık cerrahi işlemler ve endovasküler aort girişimlerde en çok korkulan renal hasarlar olmasıdır. Anevrizma tamiri esnasında renal anomalilerin varlığı ve lokalizayonu net olarak bilinmesi cerrahi başarıyı beraberinde getirir. Bu makalede renal anomalilerin anevrizma tamirinde mortalite ve morbitide açısından önemini göstermeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: ALKÜ Alanya Eğitim Araştırma Hastanesi’nde aort anevrizması nedeniyle bilgisayarlı kontrastlı anjiografi uygulanan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelenmiştir. Ocak 2017- Ocak 2019 tarihleri arasında elde edilmiş, 250 Aort Anevrizma tanısı olan ve BT anjio çekilen hastalar çalışmaya dahil edilmiştir
BULGULAR: Dört erkek hastada bilateral çift renal arter, beş erkek ve üç kadın hastada ise sol aksesuar renal arter tespit edilmiştir. Çalışmanın sonunda 250 hastalık taramada bilateral renal arter %1,6 ve sekiz hastada sol aksesuar arter %3,2 oranında hasta bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akseuar arter varyasyonlarının, sadece abdominal aort cerrahisinde değil, son yıllarda artan renal transplantasyon rekonstrüksiyon, ürolojik ve radyolojik cerrahi teknikler sebebiyle cerrahlar ve radyologlar tarafından iyi bilinmesi önem arz etmektedir.
INTRODUCTION: Open surgical procedures and endovascular aortic procedures are the most feared renal injuries in abdominal aortic surgery. The presence of renal anomalies and clear localization during aneurysm repair brings surgical success. In this article, we aimed to show the importance of renal anomalies in terms of mortality and morbidity in aneurysm repair.
METHODS: Between January 2017 and January 2019, 250 patients with aortic aneurysm and CT angiography were included in the study. The files of the patients who underwent computerized contrast angiography for aortic aneurysm in ALKU Alanya Training and Research Hospital were reviewed retrospectively.
RESULTS: Bilateral renal artery was detected in four male patients; and left accessory renal artery was detected in five male and three female patients. At the end of the study, 250 patients were screened; and bilateral renal arteries were detected in 1.6%, left accessory arteries were detected in 3.2% of the eight patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is important that surgeons and radiologists know the accessory arterial variations not only in abdominal aortic surgery, but also in recent years due to increased renal transplantation reconstruction, urological and radiological surgical techniques.

CASE REPORT
23.A Case of Measles with Encephalomyelitis
Ali Irfan Baran, Mehmet Çelik, Mahmut Sunnetcioglu, Osman Mentes, Mustafa Kasim Karahocagil
doi: 10.5505/vtd.2020.36036  Pages 525 - 527
Kızamık, bulaştırıcılığı yüksek olan enfeksiyonlardan biridir ve dünyadaki önemli morbidite ve mortalite nedenleri arasındadır. Erişkin dönemde komplikasyon hızı ve mortalitesi yüksek olan ciddi bir hastalıktır. Ensefalomiyelit, kızamık enfeksiyonun fatal komplikasyonlarından biridir. Bu yazıda, bölgemizdeki kızamık salgını döneminde bilinç bozukluğu ve kısmi motor defisit ile seyreden nadir görülen kızamık ensefalomyelit olgusunun sunulması amaçlandı.
Measles is one of the contagious infections and is the major causes of morbidity and mortality in the world. It is a serious disease with high complication rate and mortality in adulthood period. Encephalomyelitis is one of the fatal complications of measles infection. In this article, we aimed to present a rare case of measles encephalomyelitis with unconsciousness and partial motor deficit during measles epidemic in our region.

24.Rare Complications After Transobturator Tape
Recep Eryılmaz, Rahmi Aslan, Kerem Taken
doi: 10.5505/vtd.2020.92005  Pages 528 - 530
Stres üriner inkontnans cerrahisinde minimal invaziv tedaviler içerisinde yer alan transobturatuar teyp(TOT) uygulanmasının başarısı %80 nin üzerindedir.Trans obturatuar tape uygulanması stres üriner inkontinans cerrahisinde kullanılan transvaginal teyp uygulanmasına göre daha non invaziv bir cerrahi işlemdir.TOT un komplikasyon oranının daha az olması sebebiyle stres üriner inkontinansta daha çok tercih edilmektedir. Buna rağmen transobturatuar teyp uygulamasında da komplikasyon görülebilmektedir. Transobturatuar tape uygulaması sonrası bize komplikasyonla başvuran iki vaka oldu.Bunlardan birincisi 48 yaşında bayan hasta tot yapıldıktan 7 yıl sonra başvurdu. Yapılan tetkikler sonucunda mesanede 7-8cmlik taşlaşmış mech tespit edildi.Sonra gerekli cerrahi işlemler uygulandı ve taşlaşmış mech alındı.ikinci vakamızda tot dan 6 yıl sonra alt üriner sistem şikayetleri ile polikliniğimize başvurdu. Yapılan genital muayenesinde mechin vagen ön duvarında dışarda olduğu izlendi. Daha sonra mechin dışarda gözüken kısmı rezeke edildi. İki vakamızda şifayla taburcu edildi.
Sonuç olarak TOT minimal invaziv cerrahi olmasına rağmen komplikasyonlar görülebilir.
Transobturatuar tape is a minimal invazive surgery in stress urinary incontinence and ıt’s succesful is over 80%. TOT’s complication is a little, nevertheless the complication is occured in TOT surgery. Two case with complication applied to us post transobturatuar tape surgery. The first patient was 48 years old women patient. TOT was performed 7and 6 years ago, respectively. They had lower urinary tract system semptoms. It was seen that the mesh was reformed by stone ın bladder by cystoscopy vision in first patient. It was observed that the mesh came out from the front wall of the vagen in genital examination.
Although, TOT is a minimally invasive surgery, complications may ocur in this surgery.

25.Avulsion Fracture of Pelvic Bone as a Result of Assault: Case Report
Ufuk Akın, Mehmet Sunay Yavuz, Gökmen Karabağ, Faruk Aydın
doi: 10.5505/vtd.2020.79836  Pages 531 - 534
Pelvik halkanın avulsiyon kırıklarının sıklıkla adölesan dönemdeki çocuklarda görüldüğü, bununla birlikte daha az oranda olmak üzere erişkin olgularda da karşılaşıldığı bildirilmektedir. Etkili eylem sonucu yaralanan olgumuzda meydana gelen spina iliaka anterior inferior avulsiyon fraktürünün tanı ve adli tıbbi değerlendirme süreci tartışılmıştır. Çalışmamızda sunduğumuz olguda olduğu gibi, adölesan dönemde olan, anamnezde tarif edilen yaralanma sırasındaki travma mekanizması ve muayenede saptanan klinik bulgularının uyumlu olduğu olgularda, pelvik bölge avulsiyon fraktürleri ayırıcı tanıda mutlaka düşünülmelidir. Travma sonucu kişide kemik kırığı meydana gelip gelmediği, adli rapor sonucunu ve dolayısıyla mahkeme sürecini etkileyeceği için, çekilen direkt grafilerin klinik bulgularla korele şekilde daha detaylı incelenmesi, olgular için ilgili klinik branşlardan konsültasyon istenmesi, gerektiğinde daha ileri görüntüleme tetkikleri yapılması adli tıbbi değerlendirmenin doğru bir şekilde sonuçlandırılması için önem arz etmektedir.
It has been reported that avulsion fractures of the pelvic ring are frequently seen in adolescents, however, to a lesser extent, they occur also in adult cases. We discussed the diagnosis and medicolegal evaluation of the anterior inferior avulsion fracture of the iliac spine in our patient who was injured because of assault. As presented in our case, pelvic avulsion fractures should be considered in the differential diagnosis in the adolescent cases in which the trauma mechanism described during the anamnesis and clinical findings detected during the examination are coherent. Since whether a bone fracture occurs due to the trauma may affect the result of the forensic, hence the judicial process, a more detailed examination of the direct radiographs correlated with the clinical findings, the consultation requests from the relevant clinical branches, and usage of further imaging techniques when necessary are particularly important for the accurate closure of medicolegal report.

INVITED REVIEW
26.The Relationship Between Larynx Cancer and MicroRNAs
Murat Kaya, Ömer Faruk Karataş
doi: 10.5505/vtd.2020.80947  Pages 535 - 541
Larenks kanseri (LKa) en sık görülen baş boyun kanseridir ve tüm kanserler içerisindeki oranı yaklaşık %1 - %2,5 civarındadır. LKa’nın %95 kadarlık bir kısmı skuamöz hücrelerden köken almaktadır. LKa oluşumunun birçok nedeni vardır. Sigara ve alkol kullanımı en büyük risk faktörleri arasında yer almaktadır. Son yirmi yılda tedavide önemli gelişmeler kat edilmiş olmasına rağmen, ileri LKa’lı olgularda klinik sonuç istenilen seviyelere ulaşamamıştır. MikroRNA’lar endojen olarak oluşturulan, yaklaşık 18-24 nükleotid uzunluğunda tek zincirli ve kodlamayan kısa RNA’lardır. Birçok hastalığın oluşmasında ve ilerlemesinde kritik rol oynayan mikroRNA’ların, LKa’da da önemli mekanizmaları etkileyerek hastalığın oluşması ve ilerlemesine neden olduğu yapılan çok sayıdaki çalışma ile ortaya konulmuştur. Birçok tümör baskılayıcı ve onkogen özellikli mikroRNA’nın ifadelerinin değişerek LKa kanser sürecini etkilediği çeşitli yapılan çalışmalarla anlaşılmıştır. Bu derlemede LKa ve mikroRNA arasındaki ilişkiyi ortaya çıkaran güncel araştırmaların sonuçları bir araya getirilerek irdelenmiş ve mikroRNA’ların LKa üzerindeki etkisi tartışılmıştır.
Larynx cancer (LCa) is the most common malignancy of the head and neck neoplasms accounting for nearly 1% to 2.5% of all human cancers. Almost 95% of these type of cancer originate from squamous cells. Many predisposing factors have been associated with LCa, including smoking and alcohol consumption that are the most common ones. Although many therapeutic advances in the last twenty years have been achieved, the clinical outcome for cases with advanced LCa has not improved. MicroRNAs are endogenously synthesized, single-stranded and non-coding short RNAs of about 18-24 nucleotides in length. MicroRNAs, which play critical roles in the development of many diseases, especially cancers, affect important mechanisms during LCa initiation and progression. Numerous studies have shown that the changes in the expression of various tumor suppressor and oncogenic microRNAs could be involved in laryngeal carcinogenesis process. In this review, findings of recent researches revealing the relationship between LCa and microRNAs are discussed.

LookUs & Online Makale