E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 30 (3)
Volume: 30  Issue: 3 - 2023
1.Cover

Pages I - III

ORIGINAL ARTICLE
2.Investigation of the Distribution of Fetal Nasal Bone Percentile Values in First-Trimester Fetal Anomaly Screening
Hasan Süt, Gülşah Aynaoğlu Yıldız, Mustafa Koçar, Erdal Şeker, Coskun Ümit, Bulut Varli, Acar Koc
doi: 10.5505/vtd.2023.08058  Pages 230 - 236
GİRİŞ ve AMAÇ: Düşük riskli populasyonunda 11-14. gebelik haftalarında fetal anomali öngörüsünde kullanılabilecek fetal nazal kemik (NK) persantil değerlerini belirlemeye çalıştık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif ve kesitsel çalışmamız 11-14. gebelik haftalarında birinci trimester anöploidi tarama testi için başvuran dört yüz seksen altı tekil gebeden oluşmaktadır. Fetal yapısal veya kromozomal anomali, ense saydamlığı >3 mm, nazal aplazi ve in utero ex saptanan gebeler çalışma dışı bırakıldı. NK referans ve persantil değerleri 11, 12, 13 ve 14. gebelik haftaları için ayrı olarak hesaplandı.
BULGULAR: Dahil etme ve hariç tutma kriterlerine göre 486 gebede standart NK ölçümleri yapıldı. Medyan NK değerleri 11, 12, 13 ve 14. gebelik haftaları için sırasıyla 1,6 mm (aralık=1,1-2,5), 1,8 mm (aralık=1,1-3,0), 2 mm (aralık=1,4-3,1) ve 2,2 mm (aralık=1.7-2.8) olarak hesaplandı. NK ve baş-popo mesafesi (CRL) arasında pozitif korelasyon saptandı (NK (mm) = [0.02xCRL(mm)] + 0.73, r=.483; p<.001). 5. persantil NK değerleri 11, 12, 13 ve 14. gebelik haftaları için sırasıyla 1.2 mm, 1.4 mm, 1.5 mm ve 1.7 mm bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük riskli populasyonda, ilk trimesterde ortaya çıkardığımız NK referans değerleri; Down sendromu başta olmak üzere nazal kemik hipoplazi ile seyreden birçok genetik hastalığın taramasında kullanılabilir.
Tekil gebelikte ilk trimester için NK referans değerimiz hem önceki ırksal ve etnik grup çalışmalarından hem de diğer Türk çalışmalarından farklılık göstermektedir.

INTRODUCTION: We aim to determine the fetal nasal bone length (NBL) percentile values that can be used in the prediction of the fetal anomaly at 11-14 weeks of gestation in a low-risk population.
METHODS: Our prospective and cross-sectional study included four hundred and eighty-six singleton pregnancies who applied for the first-trimester aneuploidy screening test at 11-14 weeks of gestation. We excluded pregnant women with fetal structural or chromosomal anomaly, nuchal translucency >3mm, an absent nasal bone, and in utero fetal death. Reference and percentile values of the NBL were calculated separately for 11,12,13,and 14. gestational weeks.
RESULTS: Standard NBL measurements were performed in 486 pregnancies according to inclusion and exclusion criteria. Median NBL values were computed for each gestational age (GA), for 11,12,13 and 14. weeks of gestation was found 1.6mm (range=1.1-2.5), 1.8mm (range=1.1-3.0), 2.0mm (range=1.4-3.1), and 2.2mm (range=1.7-2.8), respectively. A positive significant correlation was found between NBL and the crown-rump length (CRL) (NBL (mm) = [0.02xCRL(mm)] + 0.73, r=.483; p<.001). The 5th percentile of NBL for GA was calculated, for 11,12, 13, and 14. weeks of gestation was found 1.2mm,1.4mm,1.5mm, and 1.7mm respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We revealed the reference value of NBL for each gestational week in the first trimester of the low-risk population. The data obtained in our study can be used in the screening of genetic syndromes, especially Down syndrome, associated with nasal bone hypoplasia.
Our reference value of NBL for the first trimester in singleton pregnancy varies from both previous racial and ethnic groups studies, and other Turkish studies.


3.Frequency of Intestinal Parasites in Individuals with Immunosuppression and Certain Chronic Diseases
Nurhan Karakuş, Abdurrahman Ekici, Selahattin Aydemir, Hasan Yılmaz
doi: 10.5505/vtd.2023.49358  Pages 237 - 242
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma immünsüprese ve bazı kronik hastalığı olan kişilerde intestinal parazitlerin sıklığını belirlemek ve bazı yaşam koşullarının parazitlerin dağılımı üzerindeki etkisini değerlendirmek amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma, 18-80 yaşları arasında diyaliz, diyabet veya kanser hastası 300 hasta üzerinde yürütüldü. Kontrol grubu ise herhangi kronik bir hastalığı olmayan ve immünkompetant 100 kişiden oluşturuldu. Hastalardan ve kontrol grubundan alınan dışkı örnekleri, makroskobik olarak incelendikten sonra nativ-Lugol, çinko sülfat yüzdürme, formol eter çöktürme ve modifiye asit fast boyama yöntemleriyle incelendi.
BULGULAR: Hasta grubundaki 300 hastanın 96’sında (%32), kontrol grubundaki 100 bireyin üçünde (%3) bir ya da birden fazla parazit saptandı. Çalışmada beş protozoon, üç helmint olmak üzere toplamda sekiz parazit türü belirlendi. Hasta grubunun %10.3’ünde G. intestinalis, %8.7’sinde B. hominis (%5’i bol B. hominis), %8’inde E. coli, %6.7’sinde Cryptosporidium spp., %6’sında A. lumbricoides, %3’ünde Taenia spp., %1.7’sinde C. cayetanensis ve H. nana saptandı. Çalışmada en çok formol eter çöktürme yöntemi ile parazit saptandı. Çalışmada parazit görülme sıklığı ile hayvancılık yapılması ve kanalizasyon sisteminin kullanılması arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptandı (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: İmmünsüprese hastalarda paraziter etkenlerin hala önemli bir sağlık sorunu olduğu ve bu hasta grubunda paraziter etkenlerin çoklaştırma yöntemlerinin de kullanılarak mutlaka akla getirilmesi gerektiği kanaatine varıldı.
INTRODUCTION: This study was carried out to determine the frequency of intestinal parasites in immunosuppressed and some chronic diseases and to evaluate the effect of some living conditions on the distribution of parasites.
METHODS: The study was conducted on 300 patients aged 18-80 years with dialysis, diabetes or cancer. The control group consisted of 100 immunocompetent individuals without any chronic disease. Stool samples taken from patients and control group were analyzed by native-Lugol, zinc sulfate flotation, formol ether precipitation and modified acid fast staining methods after macroscopic examination.
RESULTS: Parasites were detected in 96 (32%) of 300 patients in the patient group and in three (3%) of 100 individuals in the control group. Eight parasite species, including five protozoa and three helminths, were identified in the study. 10.3% of the patient group had G. intestinalis, 8.7% B. hominis (5% abundant bol B. hominis), 8% E. coli, 6.7% Cryptosporidium spp., 6% A. lumbricoides, 3% Taenia spp., 1.7% C. cayetanensis and H. nana were detected in. In the study, parasite was detected mostly by formol ether precipitation method. In the study, a statistically significant relationship was found between the incidence of parasites and the use of animal husbandry and sewage system. (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was concluded that parasitic agents are still an important health problem in immunosuppressed patients and that parasitic agents should definitely be considered by using multiplexing methods in this patient group.

4.Evaluation of the Effects of Various Levels of Maxillary Incisor Protrusion on Upper Lip
Murat Tunca, Yasemin Tunca
doi: 10.5505/vtd.2023.19794  Pages 243 - 249
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada sabit ortodontik tedavi sonrasında pozisyonu değişen üst santral kesici dişlerin üst dudak üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif araştırmada bireylerin tedavi başı ve sonu lateral sefalometrik radyografilerinin değerlendirildiği yaşları 202 ay ila 278 ay arasında 30 birey dahil edilmiştir. Araştırma üst kesici dişlerin 0-1 mm protrüze olduğu grup A ve 1-3 mm protrüze olduğu grup B olarak iki gruba ayrılmıştır. Her iki grupta tedavi başı ve sonu yumuşak doku nasolabial açı, üst dudak kalınlığı ve üst dudak protrüzyonu değerleri karşılaştırılmıştır. Elde edilen sürekli değişkenler bakımından grup Mann-Whitney U testi, Kategorik değişkenler arasındaki ilişkiyi belirlemede Spearman korelasyon katsayısı kullanılmıştır.
BULGULAR: Ortalama üst kesici protrüzyonu grup A için 0,49±0,3 mm; grup B için ise 2,29±0,56 mm olduğu gözlenmiştir. Nasolabial açının grup A’da -0,57±1,13°; grup B’de ise -3,78±76° değiştiği tespit edilmiştir. Dudak kalınlığı grup A’da 0,18±0,14 mm; grup B’ de ise -0,73±0,49 olarak belirlenmiştir. Üst dudak protrüzyonu için grup A 0,34±0,45 mm; grup B için ise 1,48±0,45 mm olarak belirlenmiştir. Her üç değer için de gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir (p=0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Üst kesici protrüzyonu ile nasolabial açıda azalma ve üst dudak protrüzyonunda azalma belirlenmiştir. Ancak protrüzyonu miktarı arttığında dudak kalınlığında azalma olduğu gözlenmiştir.
INTRODUCTION: This study aimed to evaluate the effect of upper central incisors on the upper lip after fixed orthodontic treatment.
METHODS: In this retrospective study, 30 individuals aged between 202 and 278 months whose lateral cephalometric radiographs were evaluated at the beginning and end of treatment were included. The study was divided into two groups: Group A, in which the upper incisors protruded by 0–1 mm, and Group B, in which they protruded by 1–3 mm. The soft tissue nasolabial angle, upper lip thickness, and upper lip protrusion values were compared at the beginning and end of treatment in both groups. A Mann-Whitney U test was used to determine the relationship between continuous variables, and Spearman correlation coefficient was used to determine the relationship between these variables.
RESULTS: The mean upper incisor protrusion was 0.49 ± 0.3 mm for Group A and 2.29 ± 0.56 mm for Group B. The nasolabial angle was -0.57 ± 1.13° in Group A and -3.78 ± 76° in Group B. The lip thickness was 0.18 ± 0.14 mm in Group A and -0.73 ± 0.49 mm in Group B. The upper lip protrusion was 0.34 ± 0.45 mm for Group A and 1.48 ± 0.45 mm for Group B. There was a statistically significant difference between the groups for all three values (p = 0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Upper incisor protrusion was used to determine a decrease in nasolabial angle and a decrease in upper lip protrusion. However, when the protrusion amount increased, a decrease in lip thickness was observed.

5.Effect on Intraocular Pressure of Intravitreal Dexamethasone Implant
Muhammed Batur, Erbil Seven, Serek Tekin, Sena Gülbay Eren, Tekin Yasar
doi: 10.5505/vtd.2023.73479  Pages 250 - 256
GİRİŞ ve AMAÇ: İntravitreal 0,7 mg deksametazon implantının göz içi basıncı (GİB) üzerine etkisini incelemek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya retina ven tıkanıklığı veya diyabetik retinopatiye bağlı makula ödemi olup intravitreal deksametazon implant uygulanan hastalar alındı. Glokomu, oküler hipertansiyonu ve açıda neovaskülarizasyonu olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. GİB applanasyon tonometrisi ile enjeksiyon öncesi ve enjeksiyon sonrası 1. gün, 1. hafta, 2. hafta, 1. ay, 3. ay ve 6. ay ölçüldü.
BULGULAR: Çalışmaya 55 (%54,45)’i erkek, 46 (%45,54)’sı kadın olmak üzere 101 hastanın 105 gözü dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 63,9±9,5 (32-85) yıl idi. Enjeksiyon öncesi ortalama GİB 14,43±2,53 mmHg olup, enjeksiyon sonrası ortalama GİB ve enjeksiyon öncesine göre p değerleri sırasıyla 1. gün 15,31±3,65 mmHg (p=0,132), 1. hafta 14,87±3,11 mmHg (p=0,371), 2. hafta 16,78 ±3,82 mmHg (p=0,001), 1. ay 17,38±4,30 mmHg (p=0,001), 3. ay 16,92±4,55 mmHg (p=0,001) ve 6. ay 15,59±2,78 mmHg (p=0,005) olarak saptandı. Enjeksiyon sonrası 5 (%4,8) hastada GİB artışı >21mmHg oldu, antiglokomatöz ilaçlar ile bu hastalarda GİB kontrol altına alındı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Retina ven tıkanıklığı veya diyabetik retinopatiye bağlı maküler ödem tedavisinde intravitreal deksametazon implantasyonu güvenli bir tedavi yöntemi olarak değerlendirilebilir. Ancak hastaların düzenli olarak GİB ölçümünün yapılması gerekir.
INTRODUCTION: To investigate the effect of intravitreally administered 0.7 mg dexamethasone implant on intraocular pressure.
METHODS: The study included patients with macular edema due to retinal vein occlusion or diabetic retinopathy who underwent intravitreal dexamethasone implant administration. Patients with glaucoma, ocular hypertension, and neovascularization at the angle were excluded from the study. The intraocular pressure was measured using applanation tonometry before and one week, two weeks, one month, three months, and six months after the procedure. Topical anti-glaucomatous is initiated in the participants with intraocular pressure equal to or higher than 22 mmHg.
RESULTS: One hundred and five eyes of 101 patients comprising 55 (54.45%) male and 46 (45.54%) females were included in the study. The mean intraocular pressure was 14.43±2.53 mmHg before injection, and the mean postprocedure intraocular pressures were 15.31±3.66 mmHg (p=0.132) at the first day, 14.87±3.11 mmHg (p=0.371) at the first week, 16.78±3.82 mmHg (p=0.001) at the second week, 17.38±4.30 mmHg (p=0.001) at the first month, 16.92±4.55 mmHg (p=0.001) at the third month and, 15.59±2.78 mmHg (p=0.005) at the sixth month, respectively. Five patients (%4.8) experienced intraocular pressure rise >21mmHg after the procedure in which IOP was controlled with anti-glaucomatous medication in all of them.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Intravitreal dexamethasone implantation may be interpreted as a safe treatment modality in patients with retinal vein occlusion or diabetic retinopathy in terms of secondary IOP increase. However, patients should undergo regular IOP checks during routine follow-up visits.

6.The Association of Vertigo and Tinnitus with Loss of Cervical Lordosis
Veysel Delen, Nazım Bozan
doi: 10.5505/vtd.2023.77009  Pages 257 - 262
GİRİŞ ve AMAÇ: .Servikal lordoz kaybı, servikojenik somatik tinnitus ve servikojenik vertigo bazı benzerliklere sahiptirler. Servikojenik somatik tinnitus ve servikojenik vertigo için spesifik bir laboratuvar veya radyolojik bulgu yoktur. Burada, servikal lordoz kaybı olan hastalarda tinnitus ve vertigo prevalanslarının değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2022 ile Aralık 2022 arasında kronik boyun ağrılı toplam 70 hasta, servikal lordoz kaybı dikkate alınarak iki gruba ayrıldı. Bu hastalarda bireysel özellikler ve son bir ay içinde tinnitus ve vertigo varlığı sorgulandı. Servikal lordoz açısı posterior tanjant adı verilen bir yöntemle ölçüldü.
BULGULAR: İki grup bireysel özellikler açısından benzerlik gösterdi (p>0.05). Tinnitus prevalansı, servikal lordoz kaybı olan hastalarda olmayanlara göre daha yüksekti (%25'e karşı %17.4), ancak istatistiksel anlamlılık düzeyinde değildi (p=0.534). Vertigo prevalansı servikal lordoz kaybı olan hastalarda (%29.2) normal servikal lordozu olanlara (%8.7) göre artmıştı (p=0.038). Ayrıca servikal lordoz kaybı olan hastalarda tinnitus+vertigo prevalansı olmayanlara göre daha yüksekti (%25'e karşı %4.3) (p=0.017).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tinnitus ve vertigo prevalansları, servikal lordoz kaybı bulunan kronik boyun ağrılı hastalarda bulunmayanlara göre daha fazladır. Servikal lordoz kaybı bu durumların tanı ve tedavi süreçlerinde kolaylaştırıcı bir bulgu olabilir.
INTRODUCTION: Loss of cervical lordosis, cervicogenic somatic tinnitus, and cervicogenic vertigo have some similarities. Also, no a specific laboratory or radiological finding for cervicogenic somatic tinnitus and cervicogenic vertigo. Herein, to assess the prevalences of tinnitus and vertigo in patients with loss of cervical lordosis was aimed.
METHODS: Between January 2022 and December 2022, a total of 70 chronic neck pain patients were divided into two groups considering loss of cervical lordosis. These patients were questioned about individual characteristics and tinnitus and vertigo within the last month. Cervical lordosis angle was measured by using a method called posterior tangent.
RESULTS: The two groups had similarity for individual characteristics (p>0.05). The prevalence of tinnitus was higher in patients having loss of cervical lordosis than without (25% vs 17.4%), but it not at the level of statistical significance (p=0.534). The prevalence of vertigo was increased in patients having loss of cervical lordosis (29.2%) compared to those with normal cervical lordosis (8.7%) (p=0.038). In addition, the prevalence of tinnitus+vertigo was higher in patients having loss of cervical lordosis than without (25.0% vs 4.3%) (p=0.017).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The prevalences of tinnitus and vertigo is increased in chronik neck pain patients with loss of cervical lordosis compared to without. Loss of cervical lordosis may be a facilitating finding for diagnosis and treatment processes of these conditions.

7.Is Cranial Magnetic Resonance Imaging Necessary in Every Patient with Central Precocious Puberty?
Ruken Yıldırım, Edip Unal, Ercan Ayaz
doi: 10.5505/vtd.2023.79346  Pages 263 - 268
GİRİŞ ve AMAÇ: Santral puberte prekoks (SPP) kızlarda daha sık görülür ve genellikle idiyopatik nedenlidir. Altta yatan patolojiyi aydınlatmak için 6 yaşından önce başlayan SPP’li olgulara kraniyal manyetik rezonans görüntüleme (MRG) çekilmesi önerilir iken, 6-8 yaş arasındaki olgulara çekilmesi tartışmalıdır. Bu çalışmada SPP tanısı konulan kız olgularda intrakraniyal lezyonların sıklığını ve kraniyal MRG sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya SEP'li 121 kadın hasta dahil edildi. Hastaların tıbbi kayıtlarının incelenmesinde antropometrik ölçümler, laboratuvar bulguları ve kraniyal MRG bulguları değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan olguların ortalama yaşı 7,24 ± 1,04 idi. Yüz yirmi bir olgunun 7’sinde (% 5,8) SPP ile kesin ilişkili lezyonlar saptanırken, 5’inde (% 4,1) SPP ile muhtemel ilişkili lezyonlar, 12’sinde ( %9,9) ise SPP’ye yol açmayan (insidentaloma) lezyonlar tespit edildi. Kraniyal patoloji saptanan tüm hastalarda nörolojik bulgu mevcut değildi. İntrakraniyal lezyon saptanan olguların tümü 6-8 yaş aralığında idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda önceki birçok çalışmanın aksine, 6 yaşından sonra başlayan SPP olgularında kraniyal patoloji sıklığının az olmadığı gösterilmiştir. Bu nedenle 8 yaşından önce SPP tanısı konulan tüm kız olgulara nörolojik bulguların varlığına bakılmaksızın kranial MRG yapılmasını önermekteyiz.
INTRODUCTION: Central Precocious Puberty (CPP) is more common in girls and it is usually idiopathic. Although cranial magnetic resonance imaging (MRI) is recommended in patients with CPP that starts before the age of 6 to elucidate the underlying pathology, performing cranial magnetic resonance imaging in patients who are between the ages of 6 and 8 is controversial. In this study, we aimed to evaluate cranial MRI results and the frequency of intracranial lesions in girls who were diagnosed with CPP.
METHODS: In the study, 121 female patients with CPP were included. In the review of the medical records of the patients, anthropometric measurements, laboratory findings and cranial MRI findings were evaluated.
RESULTS: The mean age of the patients included in the study was found as 7.24 ± 1.04 years. In 7 (5.8%) of the 121 patients, lesions definitely associated with CPP were detected; in 5 (4.1%) patients, lesions possibly associated with CPP were detected and in 12 (9.9%) patients, lesions that did not induce CPP (incidentaloma) were detected. Neurological findings were not present in all of the patients with cranial pathology. All of the patients with intracranial lesions were between the ages of 6 and 8.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, contrary to many previous studies, the frequency of cranial pathology was found to be high in patients with CPP that started after the age of 6. Therefore, we recommend performing cranial MRI in all girls who are diagnosed with CPP before the age of 8, regardless of the presence of neurological findings.

8.The Effects of Some Phosphodiesterase 5 Inhibitors on Oxidative Stress, VEGF, BMP 2 and 9 in the Liver Tissue of Ovariectomized Rats
Hamit Hakan Alp, Zübeyir Huyut, murat Cihan, Mehmet Ramazan Şekeroğlu, Gülşah Alyar, Serkan Yildirim, Bünyamin Uçar, Halil İbrahim Akbay
doi: 10.5505/vtd.2023.90757  Pages 269 - 278
GİRİŞ ve AMAÇ: Osteoporoz önemli bir sağlık sorunudur ve henüz etkili bir tedavisi yoktur. Fosfodiesteraz 5 inhibitörleri osteoporoz tedavisi için umut verici ajanlardır. Bu çalışmada, fosfodiesteraz 5 inhibitörlerinin (vardenafil, tadalafil ve udenafil) ovariektomi ile osteoporoz oluşturulan sıçanların karaciğer dokusunda kemik morfojenik protein-2 ve 9 (BMP-2 ve 9), vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF) ve oksidatif stres belirteçleri (malondialdehit ve CoQ10) üzerindeki etkilerini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 50 Albino wistar dişi sıçan her grupta 10 sıçan olacak şekilde rastgele 5 gruba ayrıldı. Gruplar sırasıyla sham-operated, ovariectomise (OVEX), OVEX + Tadalafil, OVEX + udenafil ve OVEX + vardenafil idi. VEGF, BMP-2 ve 9 seviyeleri ELISA kitleri ile ölçülmüştür. MDA ve CoQ10 seviyelerini tespit etmek için yüksek basınçlı sıvı kromatografi yöntemi kullanılmıştır.
BULGULAR: PDE-5 inhibitörleri uygulanan gruplarda VEGF, BMP-2 ve 9 seviyeleri sham ve OVEX gruplarına göre anlamlı derecede yüksekti. OVEX+vardenafil ve OVEX+udenafil grupları arasında VEGF, BMP-2 ve 9 düzeyleri açısından anlamlı bir fark bulunmamıştır. PDE5 inhibitörü uygulanan gruplarda MDA ve CoQ10 düzeyleri OVEX grubuna göre anlamlı derecede düşüktü. Histolojik ve immünohistokimyasal sonuçlar incelendiğinde, PDE-5 inhibitörü gruplarında anjiyogenezin anlamlı derecede yüksek olduğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, bu inhibitörlerin karaciğer dokusunda VEGF, BMP-2 ve 9 ekspresyonunu indükleyerek kemik mineralizasyonu ve yeniden şekillenmesi üzerinde olumlu etkileri olabileceğini söyleyebiliriz
INTRODUCTION: Osteoporosis is an important health problem and there is no effective treatment yet. phosphodiesterase 5 inhibitors are promising agents for the treatment of osteoporosis. In this study, we aimed to determine the effects of phosphodiesterase 5 inhibitors (vardenafil, tadalafil, and udenafil) on bone morphogenic protein-2 and 9 (BMP-2 and 9), vascular endothelial growth factor (VEGF), and oxidative stress markers (malondialdehyde and CoQ10) in liver tissue of rats with ovariectomy-induced osteoporosis.
METHODS: 50 Albino wistar female rats were randomly divided into 5 groups of 10 rats per group. Groups were the sham-operated, ovariectomise (OVEX), OVEX + Tadalafil, OVEX + udenafil and OVEX + vardenafil, respectively. VEGF, BMP-2 and 9 levels were measured by ELISA kits. To detect levels of MDA and CoQ10, we used high pressure liquid chromatography method.
RESULTS: The levels of VEGF, BMP-2 and 9 levels in the groups that applied PDE-5 inhibitors were significantly higher than in the sham and OVEX groups. There was no significant difference between the OVEX+vardenafil and OVEX+udenafil groups in terms of VEGF, BMP-2 and 9 levels. The levels of MDA and CoQ10 were significantly lower in the groups that applied PDE5 inhibitors than in the OVEX group. When the histological and immunohistochemical results were examined, it was seen that angiogenesis was significantly higher in PDE-5 inhibitor groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, we can say that these inhibitors may have positi ve effects on bone mineralization and remodelling by inducing the expression of VEGF, BMP-2 and 9 in liver tissue.

9.Which technique is superior for long-term patency of arteriovenous fistulas formed by small-diameter vessels? A Prospective Randomized Controlled Study
Rukiye Derin Atabey
doi: 10.5505/vtd.2023.89656  Pages 279 - 285
GİRİŞ ve AMAÇ: Arteriyovenöz fistül (AVF) oluştururken hastanın uygun çapta veninin bulunması önemlidir. Sefalik veni <2.5 cm’den küçük olan hastalarda fistül açıklığını sağlamada ven dilatasyonu işlemi kullanılır.Hastalarımızda ven dilatasyonu için hidrostatik dilatasyon (HD) ve primer balon anjiyoplasti (PBA) yöntemlerini kullandık. Çalışmamızda farklı yöntemlerle yapılan venöz dilatasyonların sonuçlarını, fistül açıklığına etkisini ve işlemlerin birbirlerine üstünlüğünü belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif yapılan randomize kontrollü çalışma, AVF oluşturulacak hastalarla gerçekleştirildi. Ven dilatasyon işlemi yapılacak 100 hasta 2 gruba ayrıldı. Birinci gruba HD, ikinci gruba PBA işlemi uygulandı.
BULGULAR: Grup 1’de 51 (%51) hasta, grup 2’de ise 49 (%49) hasta vardı. 1. hafta, 1.ay ve 6.ay sonunda fistül açıklığı, trill varlığı kaydedildi. İşlem sonrası 1.ayda trill alınanların 44 (%66,7)’üne PBA, 22 (%33,3)’sine HD işlemi uygulandı. 1.ayda trillin varlığı uygulanan işlemle ilişkili bulundu (p=0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çapı <2,5 cm’den küçük venlerin PBA'sı, etkili bir dilatasyon yöntemidir. Fistül açıklığı, olgunlaşma sonuçları iyi olduğu gibi HD tekniğinden de üstün bulunmuştur.


INTRODUCTION: When creating an arteriovenous fistula (AVF), it is crucial that the patient has a vein of the appropriate diameter. Vein dilatation is used to provide fistula patency in patients with a cephalic vein <2.5 cm. We used hydrostatic dilation (HD) and primary balloon angioplasty (PBA) methods for vein dilatation in our patients. In our study, we aimed to determine the results of venous dilatations performed with different techniques, the effect on fistula patency, and the superiority of the procedures.
METHODS: A prospective randomized controlled study was conducted with patients in whom AVF was to be established. 100 patients who will undergo ven dilatation were divided into 2 groups. HD was applied to the first group and PBA was applied to the second group.
RESULTS: There were 51 (51%) patients in group 1 and 49 (49%) patients in group 2. At the end of the 1st week, 1st month, and 6th month, fistula opening and the presence of trill were recorded. In the first month after the procedure, 44 (66.7%) of those who received trill underwent PBA, 22 (33.3%) HD. The presence of trillin at 1 month was found to be associated with the procedure applied (p=0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: PBA of veins <2.5 cm in diameter is an effective method of dilation. Fistula patency and maturation results were good and superior to the HD technique.

10.The Relationship between AB0/Rhesus Blood Group Antigens with the Presence of Helicobacter pylori in Gastroduodenal Biopsy- Retrospective Analyze of 1774 Patient Data
Abdurrahman Sarmış, Cündüllah Torun, Hatice Seneldir, İlyas Tuncer
doi: 10.5505/vtd.2023.48344  Pages 286 - 292
GİRİŞ ve AMAÇ: Dünya genelinde oldukça yaygın olan karsinojen H. pylori enfeksiyonu için risk faktörleri araştırmaları devam etmektedir. Ülkemizde özellikle H. pylori kaynaklı premalign lezyonlar ile ilgili araştırmalara ihtiyaç duyulduğunu düşünmekteyiz. Bu çalışmamız ile H. pylori enfeksiyonu ve midenin premalign lezyonları (atrofi ve intestinal metaplazi) açısından riskli bir kan grubu varlığını tespit etmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif vaka-kontrol çalışmasına 01.01.2021- 01.10.2022 tarihleri arasında 18 yaş ve üstü gastroenteroloji kliniğinde gastroduodenal endoskopi işlemi yapılarak patolojik incelemelerinde H. pylori varlığı tespit edilen 4529 hasta verisi alındı. Hastane bilgi sisteminde kan grubuna ulaşılabilen 1774 hastanın verisi kan grubu ve cinsiyet analizinde kullanıldı. Kontrol grubu olarak da genel nüfusun kan grubu ve cinsiyet oranlarına göre dağılımı yapılmış sanal bir grup oluşturuldu. Kan grubu, rh durumu ve cinsiyetin H. pylori enfeksiyonu üzerine etkisini araştırmak için çok değişkenli lojistik regresyon yapıldı. p değeri <0.05 olan değerler anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Hastaların %61’i kadın, ortalama yaş 51 bulundu. Hastaların kan gruplarının oranları, ülke geneli ile yakın bulundu. Rh pozitifliği arasındaki fark anlamlı bulunmadı (p=0.33). Hasta grubunda kadın cinsiyetin fazla olması anlamlı bulundu (p<0.001). Premalign lezyonlara sahip hastaların kan grubu dağılımları ülke geneliyle yakın bulundu. Hastalarımızda intestinal metaplazi oransal olarak atrofiden daha yüksek tespit edildi. (%17’ye karşı % 5.7)
TARTIŞMA ve SONUÇ: H. pylori enfeksiyonu ve premalign lezyonlar ile kan grupları ve Rh durumları arasında ilişki saptanmazken, kadın cinsiyette daha fazla görülmesi cinsiyet temelli yeni araştırmalara ışık tutabilir. Gastrik semptomlarla gelen kadın hastalarda non-invaziv testlerle tarama akla gelebilir.
INTRODUCTION: Research on risk factors for the worldwide common carcinogen H. pylori infection has continued. In this study, we aimed to identify the presence of a risky blood group for H. pylori infection and premalignant lesions (atrophy and intestinal metaplasia) of the stomach.
METHODS: The data of aged 18 and older 1774 patients with the presence of H. pylori in pathological examinations after performing gastroduodenal endoscopy in the gastroenterology clinic between the dates of 01.01.2021 and 10.01.2022 were used to analyze the retrospective case-control study. A virtual group distributed according to the blood group and gender ratios of the general population was formed as the control group. Multivariate logistic regression was performed to investigate the effect of blood type, Rh status, and gender on H. pylori infection. Values with a p-value of <0.05 were considered significant.
RESULTS: 61% of the patients were female and the mean age was 51 years. The blood group ratios of all patients and patients with precancerous lesions were found to be close to the general of the country. The difference in Rh positivity was not significant (p=0.33). The higher rate of female gender in the patient group was found to be significant (p<0.001). Blood group distribution of patients with premalignant lesions was close to the general of the country. Intestinal metaplasia was more frequent than atrophy (17% vs. 5.7%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: No relationship was found between H. pylori infection and premalignant lesions with blood groups, but its higher incidence in females may shed light on new research based on gender.

11.Can Mean Platelet Volume (MPV) and Platelet Count be Used to Predict Survival in Pulmonary Hypertension Patients?
Müntecep Aşkar
doi: 10.5505/vtd.2023.56767  Pages 293 - 299
GİRİŞ ve AMAÇ: Pulmoner hipertansiyon (PH), pulmoner arteriyel basınçta yükselme ve bunun neticesinde sağ kalp yetmezliğiyle sonuçlanan, pulmoner arterlerde remodeling ve vazokonstruksiyonla karakterize ilerleyici pulmoner vasküler bir hastalıktır. Ortalama trombosit hacmi (MPV), kandaki trombositlerin ortalama büyüklüğünün bir ölçüsüdür. Birçok kardiyovasküler hastalıkta morbidite ve mortalitenin prediktif bir değeri olarak gösterilmektedir. Pulmoner Hipertansiyon hastalarında MPV ve trombosit seviyesi ile sağkalım arasındaki ilişki hakkında çok az şey bilinmektedir. Çalışmada PH hastalarında MPV ve trombosit düzeyinin değerlendirilmesi ve mortalite ile ilişkisinin ölçülmesi hedeflenmiştir.


YÖNTEM ve GEREÇLER: 2017-2021 yılları arasında PAH (pulmoner arteriyel hipertansiyon) merkezinde izlenen 198 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastane otomasyon sisteminden hastalara ait demografik bilgiler ile birlikte tanı anında alınan MPV ve trombosit düzeyleri kaydedildi. Hastaların kan brain natriüretik peptid (BNP) düzeyleri, fonksiyonel sınıf düzeyi (WHO-FS), sistolik pulmoner arter basınç (sPAB) değerleri, hasta izlem süreleri ve sağ kalımları kaydedildi.
BULGULAR: Hastaların 63 tanesi erkek (%31,8), 135 tanesi kadın (% 68,2) idi. Hastaların % 22,2 (n: 44)’si bu süre içerinde ex oldu. Sağkalıma göre tanımlayıcı istatistikler değerlendirildiğinde ex olan ve yaşayan hastalar arasında trombosit sayısı ve brain natriüretik peptid (BNP) değerlerinde istatistiksel olarak anlamlılık saptanırken, MPV düzeyleri arasında bir ilişki saptanmadı (Trombosit: p=0,001; BNP: p=0,004, MPV: p=0,304). Ex olan hastaların trombosit değerleri daha düşük ve BNP değerleri daha yüksek olarak ölçüldü. Fonksiyonel sınıfı yüksekliği (p=0,009), erkek cinsiyet (p=0,001), yüksek sPAB (p=0,024) ve ileri yaş (p=0,043) sağkalımla ilişkili bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Fonksiyonel sınıf düzeyi ve BNP gibi faktörlerin yanı sıra trombosit sayısının sağ kalımı ön görmede potansiyel bir biyobelirteç olarak kullanılabileceği bulundu. Ortalama trombosit hacminin ise sağ kalım ile ilişkisi saptanmadı.

INTRODUCTION: Pulmonary hypertension (PH) is a progressive pulmonary vascular disease characterized by remodeling and vasoconstriction of the pulmonary arteries, resulting in elevated pulmonary arterial pressure and consequent right heart failure. Mean platelet volume (MPV) is a measure of the average size of platelets in the blood. It has been shown to predict mortality and morbidity in several cardiovascular diseases. The data regarding the relationship between MPV and platelet levels and survival in PH patients is limited. The study aimed to evaluate MPV and platelet levels in PH patients and determine their relationship with mortality.
METHODS: We retrospectively evaluated 198 patients followed up in a PAH (pulmonary arterial hypertension) center between 2017 and 2021. Patients' demographic characteristics and MPV and platelet levels at the diagnosis were recorded from the hospital automation system. Patients' blood brain natriuretic peptide (BNP) levels, functional class level (WHO-FC), pulmonary artery systolic pressures (PASP), follow-up durations, and survival were recorded.

RESULTS: Of the patients, 63 were male (31.8%) and 135 were female (68.2%). During this period, 22.2% of them (n: 44) died. The platelet count and brain natriuretic peptide (BNP) levels significantly correlated with survival, but MPV levels did not (Platelet: p=0.001, BNP: p=0.004, MPV: p=0.304). Patients who died had lower platelet and higher BNP values. Higher WHO-FC (p=0.009), male gender (p=0.001), elevated PASP (p=0.024), and older age (p=0.043) were associated with survival.


DISCUSSION AND CONCLUSION: Aside from known factors such as WHO-FC and BNP, platelet count could be a biomarker for predicting survival. However, mean platelet volume was not associated with survival.



12.Bibliometric Analyses of Digitalization Studies in Health after the Pandemic
Sadi Elasan
doi: 10.5505/vtd.2023.36158  Pages 300 - 305
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma pandemi sonrası sağlıkta dijitalleşme eğilimlerinin bibliyometrik analizini amaçlamaktadır. Bibliyometrik analizler, dünya genelindeki dijitalleşme trendlerini anlamamıza ve gelecekte yapılacak çalışmalara yön vermemize yardımcı olabilir. Bu analizler, araştırmacılar ve sağlık profesyonelleri için yol gösterici olabilir ve sağlık sektörünün dijitalleşmesinde daha hızlı ve daha etkili bir değişim sağlamak için kullanılabilir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu bibliyometrik çalışmada, küresel olarak 2020-2023 yılları arasında gerçekleştirilen sağlıkta dijitalleşme araştırmaları incelenmiştir. "sağlıkta dijitalleşme” ve “Covid-19" anahtar kelimesi kullanılarak yapılan aramalar sonucunda 1670 çalışma bulunmuş ve uygun olmayanlar ve makale dışındaki çalışmalar elemeleri yapılarak 400 makale kullanılmıştır. Veri tabanındaki makaleler, başlık, yazar isimleri, yayın yılı, dergi adı ve atıf sayısı gibi bilgiler kullanılarak analiz edilmiştir. Sistematik veri toplama işlemi için Web of Science ve Scopus veritabanları kullanılmış ve çalışmaya dahil edilen yayınların tüm metin verileri “VOSviewer yazılımıyla” değerlendirilmiştir. Bu analizler, çalışmanın doğruluğunu ve güvenilirliğini sağlamak için metin madenciliği ve veri görselleştirme yöntemleri (bubble maps ve diğer grafiksel) kullanılarak gerçekleştirilmiştir.
BULGULAR: Bu yazıda, veri tabanlarında alınan 400 makale ve bu makalelere yapılan 1847 atıf hakkında bilgi verilmiştir. Makale başına ortalama atıf sayısı 5 ve H indeksi 22 olarak hesaplanmıştır. 2021'den itibaren hem makale sayısı hem de atıf sayısı artmıştır. Makalelerin çoğu (%55) sağlık ve ekonomi konularına ayrılmıştır. Almanya bu konuda en fazla (%17,3) makale yayınlayan ülkedir. Makalelerin çoğu (%58) MDPI, Springer Nature, Elsevier, Sage, Wiley gibi yayınevlerinde yayınlanmıştır. Makalelerin çoğu (%47) SCI-Expanded kategorisinde yer almaktadır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda elde ettiğimiz bulgular, sağlıkta dijitalleşme alanında çok sayıda araştırmacının faaliyet gösterdiğini ve bu alanda yapılan araştırmaların giderek arttığını göstermektedir. Bu bibliyometrik analiz, sağlıkta dijitalleşme alanındaki küresel eğilimleri ve önemli çalışmaları ortaya koymakta ve bu alandaki araştırmaların gelecekteki yönleri hakkında önemli bilgiler sağlamaktadır. Bu analiz sadece literatürdeki eğilimleri ve trendleri belirlemeyi amaçladığı için, bu konunun uygulanabilirliklerini değerlendirme amacı taşımamaktadır.
INTRODUCTION: This study aims to analyses the bibliometric analysis of digitalization trends in health after the pandemic. Bibliometric analyses can help us understand global digitalization trends and guide future work. These analyses can provide guidance for researchers and healthcare professionals and can be used to drive faster and more effective change in the digitalization of the healthcare industry.
METHODS: In this bibliometric study, research on digitalization in health carried out globally between the years 2020-2023 was examined. As a result of the searches using the keyword "digitalization in health” and “Covid-19", 1670 studies were found and 400 articles were used by eliminating the unsuitable and non-article studies. The articles in the database were analyzed using information such as titles, author names, publication year, journal name and the number of citations. Web of Science and Scopus databases was used for systematic data collection and all text data of the publications included in the study were evaluated with “VOSviewer software”. These analyses were performed using text mining and data visualization methods (bubble maps and other graphical) to ensure the accuracy and reliability of the study.
RESULTS: In this article, information is given about 400 articles taken from the databases and 1847 citations to these articles. The average number of citations per article was calculated as 5 and the H index as 22. As of 2021, both the number of articles and the number of citations have increased. Most of the articles (55%) are devoted to health and economics. Germany is the country that publishes the highest number of articles (17.3%) on this subject. Most of the articles (58%) were published by publishers such as MDPI, Springer Nature, Elsevier, Sage and Wiley. Most of the articles (47%) are in the SCI-Expanded category.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The findings of our study show that many researchers are active in the field of digitalization in health and that the research in this field is increasing. This bibliometric analysis reveals global trends and key studies in healthcare digitalization and provides important insights into the future directions of research in this area. Since this analysis only aims to identify trends and trends in the literature, it is not intended to evaluate the applicability of this topic.

CASE REPORT
13.Radiological Findings of Hepatic Epithelioid Hemangioendothelioma: A Rare Case Report
İlyas Dündar, Mesut Özgökçe, Fatma Durmaz, Veysel Atilla Ayyıldız, Sercan Özkaçmaz
doi: 10.5505/vtd.2023.32392  Pages 306 - 309
Hepatic epithelioid hemangioendothelioma is a rare, low-grade, vascular neoplasm with an unpredictable clinical course and usually misdiagnosed as other hepatic tumors based on radiological characteristic features. The most common organs involved are liver, lung and bone. It is still difficult to identify the tumor because it is usually asymptomatic and rare compared to other liver malignancies. Radiological imaging modalities may play an important role in the early diagnosis of this rare disease. In this report, our aim is to present imaging findings of hepatic epithelioid hemangioendothelioma with possible lung metastases in order to extend differential diagnosis and make accurate diagnosis. We evaluated a 38-year-old female patient with right upper quadrant pain using computed tomography (CT), magnetic resonance imaging (MRI), and positron emission tomography (PET-CT) imaging modalities. The definitive diagnosis was made after histopathological evaluation of biopsy.
Hepatik epiteloid hemanjioendotelyoma, klinik seyri öngörülemeyen, nadir görülen, düşük dereceli, vasküler bir tümördür ve genellikle radyolojik karakteristik özelliklere dayanarak diğer karaciğer tümörleri gibi yanlış teşhis edilir. En yaygın tutulum bölgeleri karaciğer, akciğer ve kemiktir. Genellikle asemptomatik seyirli olması ve diğer hepatik malignitelere kıyasla daha nadir görülmesi nedeniyle bu tümörün teşhisinde hala zorluklar bulunmaktadır. Bu hastalığın erken teşhisinde radyolojik görüntüleme yardımcı olabilir. Bu olguda ayırıcı tanıyı genişletmek ve doğru tanı koymak için olası akciğer metastazlı hepatik epiteloid hemanjioendotelyomanın görüntüleme bulgularını sunmayı amaçladık. Sağ üst kadran ağrısı olan 38 yaşında bir kadın hastayı bilgisayarlı tomografi (BT), manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ve pozitron emisyon tomografisi (PET-BT) görüntüleme modaliteleri ile değerlendirdik. Kesin tanı lezyonun biyopsisi sonrasında histopatolojik değerlendirme sonrasında konuldu.

14.Fuchs endothelial corneal dystrophy and keratoconus: A very rare coincidence
Deniz Kılıç, Emre Güneş, Ibrahim Toprak
doi: 10.5505/vtd.2023.73658  Pages 310 - 313
Nadir bir antite olarak Fuchs endotel korneal distrofisi (FECD) ve keratokonus (KC) birlikteliği olan bir olgu sunmak amaçlanmıştır. Otuz beş yaşında bir kadın, sağ göz görme keskinliği 20/20 sol göz 20/60 (Snellen) olarak başvurdu. Biyomikroskopide bilateral kornea guttata ve sol gözde Fleischer halkası görüldü. Kornea topografisi sağ gözde erken KC ve sol gözde ileri KC gösterdi. Korneanın en ince yerinde maksimum keratometri (Kmax) ve pakimetri sağ ve sol gözde sırasıyla 46.2 diyoptri (D) ve 56.3 D ve 530 ve 495 mikron idi. KC'de kornea incelmesi ve FECD'de subklinik kornea kalınlaşması hastalıların tanısında gecikmeye neden olabilir.
It was aimed to represent a case with concurrent Fuchs endothelial corneal dystrophy (FECD) and keratoconus (KC) as a rare entity. A 35-year-old woman had a best-corrected visual acuity was 20/20 in the right eye and 20/60 in the left eye (Snellen). Biomicroscopy revealed bilateral cornea guttata and Fleischer ring in the left eye. Corneal topography demonstrated early KC in the right eye and advanced KC in the left eye. Maximum keratometry (Kmax) and pachymetry at the thinnest location were 46.2 diopters (D) in the right eye and 56.3 D in the left eye, and 530 and 495 microns, respectively. Corneal thinning in KC and subclinical corneal thickening in FECD might lead delay in disease diagnosis.

LookUs & Online Makale